KENAN HULUSİ KORAY’A MEKTUP
-Kimsiniz değerli Kenan Hulûsi?
Size dair elimde o kadar az bilgi var ki. Oysa “Bay İhsan”a 1939’da imzaladığınız Bahar Hikâyeleri nicedir kitaplığımda: “Bay İhsan’a / Kenan Hulûsi / 1939”.
İmzanız çok sadeymiş. Kimdi Bay İhsan? Edebiyatımızdan kuyruklu yıldız gibi geçmiş İhsan Devrim olabilir mi? Dostunuz Ziya Osman Saba, onun yarın çok güzel yeni yeni hikâyeler yazacağına inanmış. Belki de Bay İhsan, İhsan Devrim değil.
“Bay”, bayan, bilmiyorsunuz, git git unutuldu. İkincisi, şimdi sadece “bayan voleybolcular”da can çekişiyor…
Akşama iyice yakın saatlerdi, güz sonu, Hukuk Fakültesi’nden çıkmış, Sahaflar’dan geçerek; Bahar Hikâyeleri kim bilir hangi tezgâhtaydı, kapak resminde griler, siyahlar, çırpınan yarasa, saçları üç örgülü, bakışları görmediğimiz bir şeylere saplanıp kalmış genç kız. “İstanbul / Çığır Kitabevi / Ankara Caddesi 153”. Sertel Matbaası’nda basılmış. Herhalde Zekeriya Sertel. Sertel’lerin başına büyük yıkım henüz gelmemiş.
İsminizi Alangu’nun seçkisinden bildiğim için almıştım Bahar Hikâyeleri’ni. Alangu, başlangıçta fantastik hikâyeler yazdığınızı, sonraları Sadri Ertem’in açtığı yolda gerçekçi akıma katıldığınızı belirtiyordu. Memleket gerçekçiliğinin memleketi aydınlığa çıkaracağına inanılmış dönemler. Ama kısacık ömrünüz, yakalandığınız tifüsle birlikte gelen ölüm, gerisini yazdırmamış.
Uzun zaman, sanırım bir yirmi yıl, 1987’de Sait Faik’in çoğu yarım kalmış yazıları yayımlandı. Bahar Hikâyeleri için iki taslak; daha bir dolu hikâyenizden, nesirlerinizden, “İstanbul parçaları”ndan söz açıyor, “bir tek, kusursuz romanı”nızı eklemeyi unutmamış. “Bunlar, gazete ve mecmua sayfalarında kaybolup gideceğine neşredilse ve Kenan Hulûsi edebiyatta lâyık olduğu mevkie erişseydi, kim kazanırdı? Türk edebiyatı denilen heyulâ değil mi?”
Kusursuz roman, Vakit’te tefrika edilmiş Osmanoflar. “Yazılmamış fakat tasavvur edilmiş bir romanını”zı yazmanız için “küçük bir gayret kâfi”ymiş. Savaş ve tifüs yakanıza yapışmasaydı. “Adapazarı’nda yedek subaylığını yaparken 24 Mayıs 1943’te salgın tifüsten kurtulamayarak 38 yaşında öldü, orada yatıyor.”
Orada, Adapazarı’nda mezarınızı bugün ziyaret eden var mı? Duruyor mu o mezar?
Eşiniz, İstanbul Üniversitesi Edebiyat bölümünden arkadaşınızmış. 1990’larda, 2000’lerde izini bulamadık. Hocamız Alangu şu önemli bilgiyi veriyor: “(…) çeşitli dergilerde dağınık kalmış küçük hikâyeleri, karısının elinde de müsveddeleri vardır.” Hepsi çoktan yitip gitmiş olmalı.
Eserinizi ‘yaşatmaya’, ‘diriltmeye’ çalışanlar oldu. Başta İnci Enginün; 1973’te, bakanlık yayını, Hikâyeler’i o derledi, sizden seçme hikâyeler. Necatigil, tam o günlerde, hayatınıza ait bilgilerle donanmış bir yazı yazmış. Bu yazıyı yazık ki yenilerde okudum. Bir başka yitik hikâyeci, Bekir Sıtkı Kunt, ölümünüzün onuncu yıldönümünde değeriniz üzerinde durmuş; Necatigil hatırlatıyor.
Bekir Sıtkı’nın yazısından öğrendiğimize göre, eşiniz, Münir Nurettin Selçuk’un kızkardeşiymiş. (Meğer sevgili Timur Selçuk’a hemen ulaşabilirmişiz!) Kitaplığımda olmayan Bir Yudum Su’nun başında eşinizin kaleme getirdikleri: “Hastalandığını bildiren telgrafı alınca Adapazarı’na gittim. Bu, hayata ve gülmeye âşık genç adamın öleceğini bir dakika bile düşünmemiştim. Yatağı içinde bitkin bir tebessümle sayıklarken bile, şu sözleri işittim ondan: ‘Kafam mütemadiyen işliyor, ah düşündüklerimi bir yazabilsem!’ diyordu. Hulûsicik, 23 Mayıs 1943’te, Adapazarı’nda askerlik hizmetini gördüğü sırada, yaşamaya tam başlayacağı zaman, doğduğu ayda öldü.”
Bahar Hikâyeleri’yle yola koyuldum ama, bende etkiniz bugüne kadar sürdü. Kısacık bir zaman dilimine nasıl bir çabayla sığdırdığınız onca hikâye, yalnızca belleğimde yaşamıyor, bazıları mutlaka yazdıklarıma etkimiştir.
Çoğu biraz fantastik, biraz romantik bu hikâyeler, yer yer o hülyalı üslûp, memleket gerçekçiliğine ülkü gibi bağlanmış eleştirmenlerce fazla önemsenmemiş olabilir. Ama meselâ Sait Faik çok sevmiş, şimdiki günden geriye baktığımızda, asıl bu hikâyelerinizle yarına seslenmişsiniz.
Meselâ “Sazlık”; Tahir Alangu “Sazlık”ı seçkisine almış, sizden okuduğum ilk öykü. O müthiş karasevdaya ben de vurulmuştum. Derken usta Metin Erksan “Sazlık”tan yürek yakıcı bir televizyon filmi gerçekleştirdi. Onun sayesinde, eseriniz ilgi devşirebilirdi. Hangi yayıneviyle çalıştıysam, bu incelikli, derin duyarlıklı eseri hatırlattım. Attilâ İlhan’ın yayın yönetmenliğinde, bir ara Bilgi Yayınevi ilgilenir gibi oldu. Sonra yine unutuluş köşesine çekildiniz.
2000’lerde Kayahan Özgül, bir zamanlar Vakit gazetesi için kaleme aldığınız Beşer Dakikalık Hikâyeler’i derlemiş. Bu kitaba bir türlü erişemedim.
Son bir atak yine İnci Enginün’den geldi. Kütüphanelerimizden sağlanmış öyküler, İnci Hanım’da hazır, yayımcı bekliyormuş. Zeynep Çağlıyor’a söyledim; Doğan Kitap, Sait Faik’in çok sevdiği Kenan Hulûsi’yi gün ışığına çıkarmaya karar verdi. Ve İnci Hanım, “bir tek, kusursuz” romanınız Osmanoflar için epey uğraştı. Önce roman yayımlandı, 2004’te.
Osmanoflar sisler inmiş, buğulu anlatımıyla, alışılagelmiş sözdiziminin epey dışındaki cümleleriyle, öyküleyiş ve kurgudaki çok şaşırtıcı yenilikçiliğiyle edebiyat ortamımızda fırtınalar estirecek sanmıştım. Kıpırdattığı yaprak, bir iki yazarımızın önerisinden ibaret oldu. Ardından o korkunç sessizlik!
Yaz ve Aşk Hikâyeleri’nin kaderi de aynı oldu. İstanbul’un bir dönemini, Beyaz Ruslar’ın İstanbul serüvenlerini, ağustos böceklerinden sırları dökülmüş bir aynaya, doğayı, nesneleri, sahneleri, şarkıları yaşatan harikulâde öyküler suskunlukla karşılandı. Bu haince, ahmakça susuş, edebiyat, sanat değerlerine saygılı bir ülkede yaşasaydınız, sevinç çığlığı olup çıkabilirdi.
“Kenan Hulûsi’yi hatırlıyorum. O senelerde bilhassa Muhit’te çıkan nesirlerini ne kadar severdim! Bu cidden güzel nesirlerin mecmua sayfalarında unutulmamasını gönül ne kadar arzu eder” diyen Ziya Osman Saba’nın, ölümünüzden sonraki yazısı sizin mutlu günlerinize alıp götürüyor.
Edebiyat Fakültesi’nin “geniş, şarkkâri divanhanelerinde” gülümseyerek dolaşırmışsınız. Ceketinizin sol üst cebinde, “süslü, kâh beyaz, kâh renkli mendiller”… Mendillere âdeta tutkunmuşsunuz. Beyoğlu’na çıkılmış günlerde, bir mağazanın camekânında gördüğünüz yeni bir mendil gönlünüzü çeliyor. Fakat çok pahalı. Günlerce o mendilin hayalini kurarmışsınız.
“Nefes Almak” şairini her görüşünüzde gazetenin idarehanesine dâvet eder, birlikte çay içermişsiniz. Arkadaşlığınız eskilerden: “Yedi Meşale’nin yegâne nâsiri”yle aynı topluluğun en içli şairi. Bâbıâli Yokuşu’ndaki köfteciye girip, söyleşerek köfte yediğiniz günü de unutmamış Ziya Osman.
Cahit Sıtkı, mektubunda, ölümünüze “yanarken şöyle yazıyor”muş: “Adresi mezarlık olan dostlar sayısının çoğalmamasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederim.”
Hayır, o köfteci gününe geri dönmeyi tercih ederim. Az ötenizde bir masada, Ziya Osman’la size hayranlıkla bakarak. Hatta, Muhit ‘teki nesirlerinizin bir an önce kitaplaşacağını müjdeleyerek.
Ah keşke…