BEN BİR YEŞİL YAPRAK İDİM
Bir varmış, bir yokmuş. Bir padişahın bir tanecik bir kızı varmış. Öyle güzelmiş, öyle güzelmiş ki, artık, bir dünya güzeli…
Kızı isteyenler sayısızmış ama kim isterse babası bir türlü vermiyormuş.
Yemen padişahının oğlu da duymuş bu kızın güzelliğini, o da gelmiş istemeye. Artık, dünyanın dört bucağından gelen delikanlılar, padişahın eşiğini aşındırmışlar. Kız bakmış ki bu iş böyle olmaz, babasına bir kâğıt yazmış:
“Babacığım, benim hâlim ne olacak? Bu kadar isteyenlerim var. Bunların birinden biriyle evlenmem lazım. Benim düşüncem şu: Bir tellal çağırtırsın… Tekmil beni isteyenler bir meydana toplanır. Her kim narı bir eliyle, tek tanesini bile yere düşürmeden yer bitirirse ben ona varırım.” demiş. Padişah da bu teklifi münasip bulmuş. Tellallar çağırtmış, herkes toplanmış bir meydana. Yemen Padişahı’nın oğlu da gelmiş.
Bütün delikanlılar bir bir denemişler, hiçbiri bu güç işi sonuna getirememiş. Sıra, Yemen Padişahı’nın oğluna gelmiş. O da başlamış narı tek eliyle, bin bir itina ile yemeye… Nar bu, hem de tek elle, yere düşürmeden yenir mi? Ne ise oğlan yemiş yemiş, tam sonuna getirmiş, bir tek tane kalmış, onu düşürüvermiş.
Sultana haber vermişler:
“Delikanlının biri sonuna kadar yedi, bir tane yere düşürdü.” demişler. Kız da pencereden bu delikanlıyı görmüş meğer, gönlü de pek sevmiş ama son nar tanesini düşürmenin cezasından da bir türlü geçmek istememiş… Oğlanın da Yemen Şehzadesi olduğunu bilmiyormuş.
“Pekâlâ, demiş, o delikanlıyla evlenirim ama tek nar tanesini düşürdüğü için kırk değnek yiyecek. Razı olursa ben de ona varırım.”
Oğlana kızın şartını söylemişler. O da demiş ki:
“Benim de bir şartım var. Benimle memleketime gelecek.
Buradan da bir iğne götürmeyecek. Kim olduğumu sormayacak. Razı olursa ben de onun istediği kırk değneğe razı olurum.”
Sultan hanım oğlanı öyle sevmiş, öyle beğenmiş ki “Pekâlâ, razıyım” demiş.
Padişahın adamları almışlar oğlanı, meydana yatırıp kırk sopayı vurmuşlar. Ondan sonra kırk gün kırk gece düğün olmuş, yer yerinden oynamış. Sultan hanımla delikanlı evlenmişler.
Düğün dernek bitince oğlan: “Eh, hadi kalk bakalım Sultanım, gideceğiz.” demiş…
Bunlar hazırlıklarını yapmışlar, evdekilerle vedalaşmışlar. “Allahaısmarladık…” deyip çıkmışlar yola… (Kızın da korkmayışına bak. Kimin nesi olduğunu bilmediği adama vardı, yerini yurdunu bırakıp gidiyor…)
Gitmişler, gitmişler, az gitmişler, uz gitmişler… Derken yolda oğlan bir kırık tarak buluyor, alıp cebine koyuyor. Kız soruyor:
“Ne yapacaksın onu?”
“Yarın hamama gidecek olursan saçını neyle tarayacaksın. Taraktır, lazım olur…”
Az daha gidiyorlar, bir yarım peştemal buluyorlar.
“Şunu da alalım, diyor oğlan; hamama gittiğinde lazım olur.”
Onu da alıp torbasına koyuyor. Sonra da diyor ki:
“Ben Yemen Padişahı’nın kaz çobanıyım. Bir ufak kulübemiz var. Oraya gidiyoruz.”
Kız bütün bu işlere şaşırıyor ama ne desin?
Neyse, günün birinde Yemen’e varıyorlar. Doğru kızı götürüyor oğlan bir ufacık kulübeye, tenekeden bir kulübeye…
“İşte burası bizim evimiz.” diyor. Kız da “pekâlâ” deyip yerleşiyor oraya.
Her sabah oğlan, üstü başı tam çoban kıyafetinde, çıkarmış… Bir yerde gizlice soyunup kendi şehzade elbiselerini giyinirmiş.
Akşama kadar gezer tozar, eğlenirmiş. Akşam olunca gene çoban kıyafetine girip bir kuru ekmekle eve gelirmiş.
Karısına:
“İşte bugünkü kısmetin, dermiş.. Ben orda karnımı doyurdum, sen ye bunu.”
İşte böyle birkaç ay geçiyor… Bu eziyetleri çektiriyor şehzade, kıza… Bir gün anasına babasına gelip diyor ki:
“Düğün hazırlıkları yapın, ben evleneceğim.”
“Oğlum kimi alacaksın, kimin kızı?” diye ne kadar soruyorlarsa da o:
“Siz karışmayın, düğüne hazırlanın.” dermiş.
Başlıyorlar artık düğün hazırlıklarına. Bir gün pirinç ayıklanacakmış. Delikanlı kıza gelip diyor ki:
“Şehzadenin düğünü olacak. Yarın pirinç ayıklanacakmış. Sen de git ama gelirken şöyle bir çorbalık çal. Sıcacık bir çorba pişirirsin.”
Ertesi gün kızcağız gidiyor saraya. Şöyle bir köşeye süklüm püklüm oturuyor.
“Kız, sen kimsin?” diyorlar.
“Ben kaz çobanının karısıyım. Pirinç ayıklamaya geldim.” “Ayıkla haydi.” diyorlar. Pirinçler ayıklanıyor, herkes işini bitiriyor. O sırada şehzade bir çalımla, giyimli kuşamlı geliyor. “Ayıkladınız mı pirinçleri?” diyor. “Çuvallar doldu mu?” “Doldu.” diyorlar. Şöyle geziyor, geziyor, çuvalları yokluyor. “Bu pirincin içinden bir avuç çalınmış,” diyor.
“Herkes soyunsun, aranacak.”
Herkes soyunuyor, bütün kadınların kızların üstlerini başlarını arıyorlar. Sıra kaz çobanının karısına geliyor, bakıyorlar koynunda bir avuç pirinç…
“Herkes bunun yüzüne tükürsün.” diyor Şehzade.
“Tuh, utanmaz, hırsız…” diye herkes yüzüne tükürüyor kızcağızın. Rezil oluyor.
“Bırakın çaldığı pirinci.” diyor Şehzade. Kız ağlaya ağlaya kulübesine dönüyor.
Akşam kocası geliyor. “Ne yaptınız? Ayıkladınız mı Şehzadenin pirincini? Bir çorbalık çaldın mı?” diye soruyor.
“Çaldım, ama Şehzade herkesi arattı. Bende pirinci buldular, yüzüme tükürdüler.”
“Zarar yok, o unutulur gider… Pirinci getirdin ya…” O gece bir pirinç çorbası pişiriyorlar, oturup içiyorlar.
Ferdası gün oğlan diyor ki:
“Bugün gelinin elbiseleri biçilecek. Git, sen de yardım et. Hem de bir takkelik çal. Bak, yarın çocuğumuz olacak, ona bir takke dikeriz.”
“Peki.” diyor kız. (O da biraz aptalca imiş… Zaten akıllı olsaydı kocası olacak adama kırk değnek vurdurur muydu?)
Neyse, o gün sarayda elbiseler biçiliyor, dikiliyor. Kız da yardımcılar arasında… Bir fırsatını bulup bir takkelik kumaş çalıyor, sokuyor koynuna. Şehzade gene geliyor, kumaşlara, elbiselere bakıyor.
“Bu kumaşlardan bir takkelik çalınmış. Arayın, herkesi arayın…” diyor.
Bütün işçilerin üstünü başını arıyorlar. Bir de bakıyorlar, gene kaz çobanının karısının, koynunda bir parça kumaş… Şehzade gene herkesi onun yüzüne tükürtüyor… (Kızın bütün bu eziyetlere tahammülü kalmamış artık ama ne yapsın, kocasını pek seviyormuş, gene de katlanıyormuş.) Neyse, kıza acıyor da Şehzade, gene takkeliği bırakıyor. Kızcağız dönüyor kulübesine. Akşam kocası gelince takkeliği atıyor:
“Al, diyor, rezil oldum. Herkes hırsız diye yüzüme tükürdü.”
“Zarar, yok kız, unutulur… Doğacak çocuğumuza hiç olmazsa bir takke yaparız…”
Şehzade saraydan etrafa ilan ettiriyor:
“Yarın gelin hamamı olacak. Kimin kızı varsa giydirsin, kuşatsın, hamama göndersin.”
Memleketin bütün kadınları, kızları en güzel elbiselerini giyinip hamama geliyorlar. Kaz çobanı da karısına diyor ki:
“Herkes hamama gidiyor. Kalk sen de, kırık tarağını, yarım peştemalını al git, fırsattır, güzelce yıkanırsın.” Bir de sokaktan bulduğu eski bir tas veriyor: “Bununla da su dökünürsün.”
Kız kalkıyor, hamama varıyor… Herkes güzel takımlarını almış, yıkanıyor, taranıyor. Bu kızcağız da nerde bir boş kurna bulursa yarım tasıyla su dökünüp temizlenmeye çalışırmış…
Artık herkes yıkanıp çıkacağı sırada Şehzade, bir tabağın içine bir avuç toprak, bir nar tanesi, bir de yeşil yaprak koymuş…
Bunları annesine veriyor, diyor ki:
“Götür bunu, hamamın içinde ne kadar kız, gelin, taze varsa hepsine sor. Manasını kim verirse ben onu alacağım.”
Sultan Hanım getiriyor tabağı, başlıyor sıra sıra göstermeye… Kimin önüne gelirse: “A, onu bilmeyecek ne var? Bir avuç toprak, bir nar tanesi, bir yeşil yaprak…” diyor. Bu cevapları Şehzadeye söylüyorlar.
“Hayır, diyor Şehzade, bunun manası başka… Kimse kalmadı mı hamamda?”
“Kalmadı.”
“ Hele hele, bir arayın. ”
“O zaman halayıklardan biri diyor ki:
“Bir kaz çobanının karısı kaldı. Ama ne bilecek?”
Şehzade: “Ona da gösterin.” diye emir veriyor. “Bakalım, o ne diyecek?”
Götürüyorlar tabağı kızın önüne, kız bunu eline alıyor, başlıyor ağlamaya:
“Ben bir yeşil yaprak idim, Bir nar tanesi için çürüdüm toprak oldum.” diyor. Şehzadeye gidip diyorlar ki:
“Kaz çobanının karısı böyle böyle söyledi…”
O da diyor ki:
“Anne, işte kaz çobanı da benim. O kız da benim karım.”
O zaman cariyeler koşuyorlar. Kızı alıyorlar, baş kurnada yıkıyorlar, ipekli peştemallara sarıyorlar, ipekli havlularla siliyorlar… İzzet ikram, hamamdan çıkarıp saraya götürüyorlar. Kırk gün kırk gece düğün yapıyorlar… Güvey geliyor, kız bakıyor ki, Şehzade kendi kocası…
Kızın babası olan padişaha haberler gönderiyorlar. İki padişah dünür olduklarına seviniyorlar.
Artık bir daha ne kız oğlana bir şey söylüyor, “Sen bana böyle böyle yaptın.” diye ne de oğlan kıza… Muratlarına eriyorlar… Onlar ermiş muradına, biz de erelim muradımıza…
Gökten üç elma düştü, biri benim ağzıma, biri masal söyleyenin ağzına, biri de Korkut’un büyük annesine…
Metindeki bazı sözcük ve söz öbeklerinin Anlamları:
cariye: Yabancı ülkelerden kaçırılıp özgürlükten yoksun edilen, alınıp satılabilen, her konuda efendisinin isteklerine bağlı bulunan genç kadın, halayık.
eşiğini aşındırmak: İşini yaptırmak için bir yere çok gidip gelmek.
halayık: Kadın köle, cariye.
kurna: Hamamlarda, musluk altında, içinde su biriktirilen, yuvarlak ve çoğunlukla mermer veya taş tekne.
peştamal: Hamamda örtünmek ve kurulanmak için kullanılan ince dokuma.
tekmil: Tamamlama, bitirme.
tellal: Bir şeyin satılacağını veya herhangi bir şeyi halka bildirmek için çarşıda, pazarda yüksek sesle bağıran kimse.