HAYAT VE EDEBİYAT
Hayatın en büyük esası samimiliktir. Bu itibarla, hayat ile rabıtası olan edebiyat, mutlaka samimi bir edebiyattır denilebilir. Hayatı en gizli, en karışık köşelerine kadar göstermeyen, ruhumuzun hamlelerini anlatmayan, duygularımızı tıpkı hayatta olduğu gibi saf ve derin bir surette duyurmayan, elemlerimizi, felâketlerimizi, ahlâkî yaralarımızı açık açık aksettirmeyen bir edebiyat, hayat ile rabıtasız ve sahte bir edebiyattır. Öyle bir edebiyat, kelimeleri dizip, onlar üzerinde işlemek hususunda belki pek mâhir kuyumcular çıkarabilir; belki onlar çok süslü, çok göze çarpacak şeyler yapabilirler; fakat ne kadar yazık ki bütün bu sahte mahsuller muntazam kış bahçelerinde yetişen iri yapraklı, parlak renkli çiçeklere benzer: uzaklığından dolayı bize çok cazibeli, çok harikulâde görünen o meçhul sıcak iklimlerin bu göz kamaştıran mahsulleri nasıl açık bir havaya, sert bir rüzgâra dayanamazsa, hayat ile alâkası olmayan böyle bir edebiyat da zamanın nihayetsiz kasırgaları önünde süprülüp gitmeye, yahut limonluğun dar, sahte havası içinde yaşamağa mahkûmdur… Halbuki bedii his, hislerimizin en İlâhi ve en derunîsi yâni en samimisidir: akşam rüzgârı ile inleyen bir çam ormanının karanlık hışıltıları ne kadar tabiî ise, ruhun güzellik karşısında duyduğu hisler de hayatın en derin ve anlaşılmaz köşelerinden birdenbire fırlayıp çıktığı için, her şeyden çok samimidir. İşte bunun gibi cemiyetler, milletler için de”güzel” ve “iyi” telâkkîlerinden daha “millî” hiç bir şey yoktur. Bir cemiyeti başkalarından ayırmak isterseniz onun din ve ahlâk hakkındaki, güzellik hakkındaki samimi duygularını arayınız. Çünkü bunlar doğrudan doğruya ruhundan koptuğu için hayatının en samimi cihetleridir.
Bizim daha İslâmiyet dâiresine girmeden evvelki edebiyatımız, musikimiz, iptidâî olmakla beraber cemiyetin sinesinden kopan ve bundan dolayı işitildiği zaman göğüsleri heyecanla kabartabilen basit bir dağ edebiyatı, bir yayla havası idi. Yiğitlik hâtıraları bütün halkın ruhunda yaşayan eski kahramanların destanları okundukça, altın direkli otağındaki hakandan kısrak sütü sağan kadınlara kadar bütün Türkeli, ruhlarında aynı dalganın kabardığını duyarlardı. Dağdan dağa orman perileri gibi keskin ıslıklarla seslenen beyaz gocuklu çobanların kamış düdüklerle çaldıkları o havalar, prenslerin Hint ve İran eşyasıyle süslenmiş portrelerinde de aynı tesiri yapardı. Yâni o zamanki edebiyat bütün ruhları bir noktaya toplayabilen, hepsine aynı heyecanı veren, onlara müşterek bir zevk hayatı yaşatan sağlam bir edebiyattı. Kır çiçekleri kadar basit, dağ havaları kadar vahşi olmakla beraber, doğrudan doğruya Türkeli’nin ruhundan kopan saf, samimi bir edebiyat… Bunda bitip tükenmez belâgat, kâideli, muayyen ve mazbut şekiller, çok kullanılmaktan artık kalıp haline gelmiş istiareler, dimağın, uzun uzun düşünerek bulduğu işitilmemiş teşbihler yoktu; “ozan” denilen halk şâirleri onlardan numûneler saklayan, kitaplı, kütüphaneli adamlar değildi. Bozkırların kül rengi gökleri altında, esen rüzgârlardan bir ses, akan sulardan bir âhenk, dağ çiçeklerinden renk ve koku alan bu iptidâî sanatkârlar, belki, sırtında koştukları kısraklardan daha başı boş, daha kendi temayüllerine tâbi yaşıyorlardı. Sanatın bütün unsurlarını, lisanını, veznini, mevzularını dâima halktan aldığından dolayı, “ozan”ın basit ezgileri Türkeli’nin nihayetsiz ovalarında, karlı dağların tepelerinde, karanlık ormanların pınarlarında yıllarca yaşadı ve hâlâ da yaşıyor… Hakikaten, yabancıların göğsünden kopan seslere dâima kayıtsız kalan halk, kendi ruhunun nağmelerini pek iyi bildiği için onu duyar duymaz derhal yüreği kabarır ve açık kalbinin bütün safvet ve samimiyeti ile o nağmelerin geldiği tarafa koşar. Estetikçilerin uzun tahlillerle pek müşkül bulabilecekleri bir hakikati, halk çok defa, fıtrî bir âşinalıkla derhal duyabilmiştir!
İran numûnelerini taklit ederek saraylarda ve medreselerde vücuda getirdiğimiz eski edebiyat, gazel ve kaside edebiyatı, bu ilk devirlerin tamamen zıddı sayılabilecek bir mahiyeti hâizdir. Bozkırların, dağların vahşi ve yapmacıksız seslerini kaval ve kopuzla inleten edebiyat nasıl doğrudan doğruya milletin hayatından doğmuşsa, bu gazel ve kaside edebiyatı da o kadar halk hayatından uzaktır. Bir defa lisan halkın lisanından bambaşka olduğu gibi, vezin ve mevzu da halk ile hiç temas etmeyecek kadar ayrıdır. (…)
Yüksek ve hakikî sanat asıl ona derler ki hayatı bütün genişliği ve bütün samimiliğiyle okuyucuya duyurabilsin. Ancak yapmacığın bittiği yerde sanatın başlayabileceğini, nedense, hâlâ anlayamadık!
Mehmet Fuat Köprülü
Bazı makalelerde özet, giriş, yöntem, bulgular, sonuç ve tartışma, kaynakça bölümleri bulunmaz. Toplumu ilgilendiren hemen her konunun işlendiği, Türk edebiyatına Tanzimat’la birlikte Batı’dan gelen bu tür makale bir çeşit düşünce yazısı olup gazete ve dergi çevresinde gelişmiştir. Yeterli bilgi birikimi ve özgün bir üslup gerektiren bu makalelerde ele alınan konuya ilişkin değerlendirme, görüş ve öneriler kanıtlarla desteklenir. Amaç, bilgilendirme ve öğretmedir. Kişisel görüşler; giriş, gelişme ve sonuç bölümleri hâlinde, mantıksal tutarlılıkla bir araya getirilir. Açıklama ve tartışma anlatım biçimleriyle örnekleme, karşılaştırma, benzetme vb. düşünceyi geliştirme yollarından; deyim, atasözü, özdeyiş ve alıntılardan yararlanılabilir. Gazete ve dergilerde yer alan bu yazılar, daha sonra bir araya getirilerek kitap hâlinde yayımlanabilir.