GALİLE DENİZİ
Bundan 20 yıl kadar önce, Orhan Veli ve arkadaşlarının getirdikleri açık, aydınlık, yaşama sevinci ile dolu, gün ışığı kadar sade şiir tarzı bırakılmış bulunuyor. Şimdi, karışık, karanlık, anlaşılması güç, iç sıkıntısı ve huzursuzlukla dolu şiir moda.
Fazıl Hüsnü Dağlarca ile Asaf Halet Çelebi, daha başlangıçlarından beri, geceyi bilinmez ve esrarlıyı anlatan şiirler yazıyorlar, fakat sayıları gittikçe çoğalan günümüz şairleri arasından istisna teşkil ediyorlardı. Bugün Türk şairleri belli başlıları kapalı ve anlaşılması güç şiir üslubunu benimsemiş bulunuyorlar. İşin dikkate değer tarafı, doktrinleri icabı geniş kitleye hitap etmeleri, bundan dolayı da açık bir ifade tarzı kullanmaları gereken “toplumsal gerçekçi”lerin de bu akıma katılmaları. Atilla İlhan ve Behçet Necatgil’den sonra İlhan Berk de son çıkan “Galile Denizi” isimli şiir kitabında bu yeni ifade tarzını deniyor.
Bu değişmenin sebebi, bütün dünyayı kaplayan “sürrealizm” dalgasının, bir hayli gecikmiş olarak, Türkiye’ye gelmesidir. Bilindiği gibi bu akım eski “realizm” gibi dünyayı ve insanı, objektif ile sübjektifin birbirinden ayrılamayacağını ortaya koydu. İnsan, dış ile için, şuur ile gayrişuurun, ferdi ve içtimainin tabii ile suninin bir karşılığıdır. Hayatta sistem diye bir şey yoktur. Her şey iç içe ve karmakarışıktır. Buna göre insan ve hayatı anlatmak isteyen şair ve muharririn onu olduğu gibi, yani bütün karşılığı ile vermesi lazımdır. Hayatta nasıl abesin, anlaşılamazın, saçmanın ve mantıksızlığın yeri varsa, edebi eserde de bulunmalıdır. İyi ile kötü, çirkin ile güzel, ulvi ile süfli, ahlaki ile gayri birbirinden ayrılmamalıdır. Çünkü hayatta bunlar yan yana, iç içe, kucak kucağadır.
İlhan Berk “Galile Denizi”nde bu metodu ve görüş tarzını İstanbul’a tatbik ediyor. Batıda sürrealizm zaten bir şehir şiiri olarak doğmuştur. Şehir insanı karmakarışık bir dekor içinde hummalı bir hayat sürer. Sokaklar, caddeler, meydanlar, kahveler, barlar, istasyonlar, iskeleler, nakil vasıtaları, şehirde köydekinden çok başka bir hayat çerçevesi yaratır. Şehirli, köylü gibi saf ve basit değil, karışık bir insandır. İçtimai farklar, sefalet, ahlaksızlık ve anarşi, şehirde daha fazla kendisini hissettirir. Esas itibariyle bir şehir medeniyeti olan garp, (Sürrealizm) de kendisine uygun bir ifade tarzı bulmuştur. Başlayalı bir hayli olduğu halde bu akımın henüz sona ermemesi de gösteriyor ki, onda modern hayata uygun bir taraf var.
İlhan Berk, “Galile Denizi”nde, İstanbul’un baş döndürücü, korkunç atmosferini duyurmaya çalışıyor. Bizans ve Osmanlı tarihinin kanlı hatıraları, kozmopolit çevreler, karanlık sokaklar, bu sokaklarda kaynayan fakir ve sefil insanlar, kediler, köpekler, kiliseler, evliyalar, ayak satıcıları, ahlâksız kadınlar.. Bunlar ayrı ayrı değil, hakikatte olduğu gibi karmakarışık olarak veriliyor. Kim olduklarını bilmediğimiz insanlar, bir şeyler yapıyorlar, bir şeyler söylüyorlar, bir şeyler ümit ediyorlar, fakat bunların ne olduğunu vazıh olarak anlayamıyoruz. Duygular ve düşünceler gibi cümleler ve cümle parçaları da birbirine giriyor. Tam bir anarşinin ifadesi olan modern şiir, vezin ve kafiyeyi attığı gibi cümleyi atmıştır. Yeni şiirde Sentaks- bunu bizde herkesten önce Fazıl Hüznü denemiştir, parçalanmıştır. Bunun sebebi, cümlenin de intibaları sabit bir şekle sokmasıdır. Hâlbuki modern anlayışa göre, intibalar, çağrışımlar ve hatıralar, bütün kadroları kıran bir kudret ve zenginliğe haizdirler. İnsan, tabii olarak, cümle yapmaz; hayatı karmakarışık olarak yaşar. Cümle yapmak demek, duygulara bir çekidüzen vermek demektir. Hiroşima’ya düşen atom bombası, XX. asrın duygu ve düşünce dünyasının içine de düşmüş ve parçalamıştır.
İlhan Berk, İstanbul’da daha ziyade Rumlara, onların duyuş ve düşünüş tarzına ehemmiyet veriyor. Bu kitapta İstanbul adeta bir Türk şehri değil, bir Rum şehri gibi gözüküyor. Umumi havaya göre Türkler ekalliyette, Rumlar ekseriyettedir. Rumların içindeki kaynaşma sembolik expressioniste ifadeleriyle belirtiliyor. Mesela Galata Kulesi, bir sabah İstanbul’u yakıyor. Bunun manası oldukça açıktır sanıyorum. İlhan Berk’in daha önceki şiir kitaplarını okuyanlar ve hayat görüşünü bilenler bunu pek yadırgamazlar. Behçet Necatigil ile Atilla İlhan’ın İstanbul’a bakış tarzları da aşağı yukarı aynıdır. Daha önce Tevfik Fikret “Sis”de İstanbul’u mel’un bir şehir olarak tasvir etmiştir. Daha sonra Yakup Kadri “Sodom ve Gomore”de onu ahlâken sukût etmiş bir şehir olarak anlattı. Bunlar Yahya Kemal’inkinden tamamiyle farklı bir İstanbul’ u tanıtıyorlar: Görüş meselesi.
Türklük İstanbul’a 500 seneden beri yerleşmiştir. Ve İstanbul esas manzarası ve halkı ile Türk’tür. Hele son yıllarda o, Anadolu’dan gelen ticaret erbabı ve işçiler sayesinde tamamiyle Türkleşmiştir. İlhan Berk içten içe kaynayan Rum İstanbul tasviri ile, büyük bir gerçeği unutuyor. Şehir bir kitapta gösterildiği kadar anarşik de değildir. Şair, bir hummaya kapılmış ve İstanbul’u bu hummanın arkasından görmüş. Eseri sanat bakımından orijinal olmakla beraber hakikat bakımından bir hayli su götürür. Ona, bu yanlış görüşü veren Beyoğlu semti olmalıdır. Fakat İstanbul Beyoğlu’nda ibaret değildir ki. Fatih ve Aksaray semtinde, Boğazın Anadolu kıyısında, Kadıköy ve Haydarpaşa’dan Pendik’e kadar olan yerlerde yüz binlerce Türk, onun anlattığından çok başka hayat sürüyor ve bu kütlenin hayat görüşü İlhan Berk’in anlattığından çok farklıdır.
Fakat maalesef onu anlatan modern Türk şairi yetişmemiştir. Tanzimat’tan beri İstanbul’a – Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi Hisar ve Ahmet Hamdi Tanpınar hariç hep Beyoğlu, Tatlısufrengi ve Avrupalı turist gözü ile bakılıyor. Kendisini aşırı sosyalizme kaydıran son nesle mensup şair ve muharrirler de onu, belki kozmopolit doktrinlere uyduğu için ekseriya bu zaviyeden tasvir ediyorlar.
Mehmet Kaplan