UĞURSUZLUK
Beşinci şubeden Hayri geldi; otuz, otuz beş yaşlarında, bekâr, üstü başı düzgün, biraz saf, gayet terbiyeli bir memur; elinde imza edilecek evrak, göğsünü ilikleyip müsteşarın kapısına yaklaştı.
— Beyefendinin yanında kim var? diye, hademeden sordu. Hademe dışarıda imiş, yeni gelmiş, o da arkadaşına seslendi:
— Kim var Hasan?
— Ben bilmem; ben görmedim, Ali’ye sor…
Ali de ortada yok! İçeride kim olduğu anlaşılamadı; Hayri Efendi bir lahza tereddüt etti sonra kapıya büsbütün yaklaşıp iki üç, işitilmez darbecik vurdu ve cevap beklemeyerek dikkatle, yavaşça tokmağı çevirdi. Odada iki misafir ile bir de levazım müdürü varmış, misafirler bir köşede yavaş sesle sohbet ediyorlar, levazım müdürü de müsteşarın önünde ayakta duruyor, bir kâğıt okutturuyordu.
Hayri Efendi ayakta bekledi, müsteşar kâğıdı okudu, levazım müdürü ile konuştu. Bir derkenar yazacak oldu, ancak ona da karar veremedi, nihayet kâğıdı yarına bıraktı Ve levazım müdürü çıktıktan sonra Hayri Efendi’ye baktı. İkindi güneşi odanın içinde kaynıyor ve sigara dumanlarıyla oda hamam halvetleri gibi insanı terletiyordu. Müsteşar terini silerek Hayri Efendi’nin uzattığı kâğıtları birer birer okuyup imza etmeğe başladı. Hayri Efendi imzalanan evrakı kurutup dosyasının üzerine bırakıyor ve müsteşara yeni bir kâğıt uzatıyordu. Son kâğıdı verirken müsteşar sordu:
— Kitapçının parası gönderilmedi mi?
Hayri Efendi anlayamadı:
— Efendim? diye sordu.
— Kitapçının parası gönderilmedi mi?
“Hayır, efendim, gönderildi” diyecekti. Fakat birdenbire beceremedi.Yalnız:
—Hayır efendim… dedi. Ve o esnada müsteşar konuşan misafirlerin sözlerine kulak misafiri olup, lakırdılarına karıştığı için sözünü bitiremedi.
— Müdür beyi gönderiniz.
— Peki Efendim.
Hayri Efendi, müsteşarın emrini müdüre söyledi ve gidip yerine oturduysa da kendisinden pek memnun değildi müsteşarın sözlerini tekrar ettirmişti. Yeni gelen kağıtları dalgın dalgın karıştırmaya başladı. Müdür yukarı çıkmıştı fakat durmayıp avdet etti ve kızgın bir çehre ile Hayri Efendiye hitap edip:
—‘’Kitapçının parasını postaya vermediniz mi?’’ diye sordu.
— Verdik!
—Ee, ne için yukarıda “vermedik” diyorsunuz. Bir gün beni bu adamla kavga ettireceksiniz…
—Nerede makbuzu?
— Bende…
— Veriniz bana…
Hayri Efendi donmuş kalmış idi. Müsteşarın suali hala kulağında idi, o “gönderilmedi mi” diye sormuştu. Ona cevap “hayır’ demişti, bundan gönderilmediği manası çıkmaz ki… “Hayır, efendim, gönderildi” deseydi elbette daha açık olurdu. Fakat araya lakırdı karıştı. Demek müsteşar noksan anlamış, noksan değil, büsbütün yanlış anlamış ve müdürü çağırıp ihtimal ağır söylemiştir, ancak şimdi makbuzu gösterip beraat edince, ikisi de kabahati Hayri Efendiye yükletecekler… Onun dikkatsizliğine, onun işe ehemmiyet vermediğine hükmeyleyecekler. Gördün mü belayı! Zaten bir haftadan beridir bütün işleri böyle aksi gidiyordu. Yanlışlık ile acaba sol taraftan mı kalktım?” diye düşünmeye başladı. Ve kendince uğur denediği bazı beyitleri okudu. Müsteşara kendi cevabının doğru olmadığını nasıl anlatmalı. Şimdi yukarıda şüphesiz onun aptallığından ve unutkanlığından, ihtimal sersem ve işe yaramaz bir memur olduğundan bahsediyorlardı. Böyle beceriksiz ve zavallı olmak onu öldürüyordu. Hayata karşı kalbinde derin bir infial duyuyordu. Şu dakika her şeyden soğumuş, her şeyden bizar idi. Hiç bir şeyin faydası yok. Bütün hayat boş, bîluzum…
Müdür ile müsteşar bir yerde konuşurken gidip anlatsa. Müsteşara sualini ve ona kendi verdiği cevabı ihtar eylese! Fakat odaya nasıl girmeli? Ne demeli?
Dalgın kapıya doğru yürüdü. Belki bu dalgınlık ile yukarı da çıkacaktı. Fakat kapı açıldı, müdür girdi, onu görmemiş gibi gidip yerine oturdu ve evrak ile meşgul olmaya başladı. Çehresinden dargın olup olmadığını anlamak mümkün değildi. Hayri Efendi derdini hiç olmazsa müdüre olsun anlatmalıdır, artık bu kadar da olmaz, bir kabahati olsa ne ise… yok iken…
Dudakları arasından, uğurlu saydığı mısraları alelacele tekrar edip müdürün masasına yaklaştı:
— Müdür bey, dedi; müsteşar bey bana “Kitapçının parası gönderilmedi mi?” diye sormuşlardı, bendeniz “hayır efendim gönderildi” diyecek yerde her nasılsa yalnız “hayır efendim” demişim. Mamafih zat-ı âlileri de teslim buyurursunuz ki, yine bendenizin cevabım doğrudur. Bundan gönderilmedi manası hiç bir vakit de çıkmaz. Onun için… Ben zat-ı âlilerinin ve müsteşar beyefendinin… “Teveccühlerini kaybetmek istemem,” diyecekti; fakat sözünü bitirmedi. Müdür bey cevap verdi.
— Müsteşar bey, size para gönderildi mi? diye sormuş size de -itiraf ediyorsunuz- “hayır efendim” diye cevap vermişsiniz. Artık bunun şöylesi böylesi yok. Dikkatsizlik ediyorsunuz, sonra tamire kalkışıyorsunuz. Ne olacak? Bir gün bir, mafevk yanında mahcup düşeceğim. Ama ben yalnız sizin için söylemiyorum ama Bütün bizim kalem böyle, geçen gün de ‘Sıtkı Efendi o kör herifin istidasını kaybetti. Müsteşar bey bana söylemedik söz bırakmadı. Bugün de siz parayı kendi elinizle verdiğiniz halde vermedik deyip çıkıyorsunuz… Artık ben ne diyeyim?
“Fakat müdür beyefendi…”
Müdür sözünde devam ederek:
“- Sinek bir şey değil, fakat mide bulandırır. Bunun bugün elbette bir ehemmiyeti yok; fakat yarın mühim bir şey de olabilir. Ve o zaman ne deseler hakları var. Asıl lakırdının ağırını size değil, bana söylüyorlar. Adama zaten bir şey söylemek lazım değil, mahkûm ederler. Devlet memuriyetidir bu, şakaya gelmez.
“Fakat müdür beyefendi…”
Müdür yine sözüne devam ederek:
“- Ben de sizin gibi mağdur oldum. Fakat hayatta bir defa amirlerime söz getirecek harekette bulunmadım. Bizim bildiğimiz memuriyet böyledir, arkadaşlık böyledir.
Müdür işi nasihate döktü, bütün kalem dinliyordu. Hayri Efendi, müdürün önünde ayakta, ne bir şey söyleyebiliyor, ne dönüp yerine oturabiliyordu. Artık iş nasihate döndükten sonra tekrar işi tazeleyip beraat etmeğe uğraşmak olmayacaktı. Fakat nihayet, sanki haksız imiş gibi mahkûm oluyordu. Müsteşar nazarında, müdür ve bütün kalem mahkûm idi. Kendi sersemliğiyle arkadaşlarına da söz getirmiş oluyordu. ”
Müdürün uzun bir nasihatinden sonra vakıa onunla barışılmış oldu ve müdür de uzun bir nasihat verdiğine memnun olup yüzü gülmeye başladı ise de hata da kendi üzerine yamandı kaldı; fazla olarak müsteşar da onu kabahatli görecekti.
Kalemde ne ise… Fakat müsteşar yanında böyle kalmak onu meyus ediyordu. Kendinden bizar, dünyadan, insanlardan her şeyden bizar, eve döndü. “Acaba bunu tashih etmeye imkân yok mu?” diye düşünüyordu. Müsteşarın yanına çıkıp meseleyi izah etmeğe ne mani var? Bir memur için amiri nezdinde böyle lekeli kalmaktan ise büsbütün kovulmak elbette hayırlıdır. Sabah daireye erken gidecekti; müsteşarı odasında yalnız bulacak ve ona kendi sualini hatırlatacak, verdiği cevabın noksan olduğunu itiraf ile beraber yanlış olmadığını da söyleyecek. Bunları düşünürken yerinden kalkıyor, ceketini kavuşturur gibi gecelik entarisini iki taraftan çekiyor, kapıyı vuruyor, topu çevirip içeri giriyor. Ve mırıldanarak “bir şey arz etmek için müsaade-i âlilerini rica ederim, geçen gün evrak imza ettirmek için nezdi-i âlilerine geldiğim vakit kitapçının parası için sual buyrulmuştu.” diye başlayıp işi izah ediyor, fakat ifadenin pek uzun olacağını görüp ikmal etmiyor, tekrar yerine oturup düşünmeye başlıyordu.
Şifahen söylemekten ise müsteşara bir mektup yazmak daha kolay olacağı hatırına geldi. Mektubu yazıp odacıya verecek ve neticesine muntazır olacaktı. Elbette müsteşar mektubu okuyunca onu çağıracak. O zaman gidip etekleyecek, maksadını izah edecek, kendi hatası olmadığını ispat eyleyecek, amirlerine sadakat ve merbutiyetini gösterecek, müsteşar onu taltif edecek, sonra kaleme gelip arkadaşlarının nezdinde de beraat eylemiş olacaktı. Bu çareyi düşünebildiğine çok memnun oldu. Hemen müsteşara yazacağı mektubun müsveddesini yapmaya başladı
“Muhterem müsteşar beyefendi…” yahut daha resmi olmak için “Muhterem beyefendi hazretleri…” pek soğuk! Daha iyi elkab kullanmalı mektubun tesiri iptidasındadır. “Arz-ı naçizidir!” bu da adeta bir arkadaşa mektup yazar gibi… Bir türlü bir karar verip mektuba başlayamıyordu. “Elkabını sonra yazarım!” dedi ve mektuba başladı. “Bundan birkaç gün mukaddem bendeleri bazı evrak imza ettirmek bahanesiyle huzur-ı âlilerine dâhil olmuş idim. İmzayı müteakip zatıâlileri kitapçının paralarının gönderilip gönderilmediğini sual buyurmuşlardı…” Bu kadar yazdıktan sonra okudu beğenmedi, “Odun gibi bir ifade, damdan düşer gibi yazılır mı?
Derdimizi anlatalım derken bir de bu mektupla bir suitesir uyandıracağız.” diye düşündü ve evvela bir mukaddeme yapmak istedi: “Zat-ı âlilerine karşı, bendelerinin hulus ve ubudiyet derecesini ancak Cenabı-ı Hak bilir…” Olmadı. “Geçenlerde huzur-ı âlilerinde cereyan eden bir mesele hakkında zat-ı âlilerine bazı güna izahat itasına… (müsaade-i devletlerini) mi demeli? Yoksa (kendimi mecbur görüyorum…) gibi bir şey mi yazmalı?” Tereddüt etti. Elkab gibi buna da bir karar veremiyordu. Ve yazarken okur ve düşünür ve gezinirken kendisince uğursuz bellenilmiş şeyleri yapmamaya çalışıyordu. Bugün sabahtan beri pek ziyade korkak ve mütereddit olmuştu. İkide birde kendi mukaddes mısralarından birkaçını okuyordu.
Zihni pek ziyade karışmış, vücudu yorulmuş idi; hiç bir şey yazamayacağını görüp yatmağa karar verdi. “Yarın kalem vaktinden evvel kalkıp bir şey düşünürüm” diyordu. Fakat ertesi gün de hiç bir şeye karar veremedi. Ve sabahleyin daireye giderken, ölüme gider gibi derin bir yeis, bir korku hissediyordu. Artık kalemi, işleri hepsi ona yabancıydı. Artık müsteşara evrak imzalatmaya gidemiyordu.
Aradan henüz üç beş gün geçmiş idi ki, bir gün evden daireye giderken müsteşarı önünde gördü, o da daireye doğru gidiyordu, birden içinden gelen bir cesaretle sokuldu. Selam verdi. Müsteşar dalgın gidiyormuş, adeta korkar gibi oldu, sonra vakarını takınıp yolunda devam etti. Hayri Efendi de onun bir adım gerisinde gidiyor ve birkaç günden beri zihninden geçen şeyleri mırıldanıyordu. Müsteşar döndü ve:
“- Bir şey mi söylüyorsunuz? dedi. “- Maruzatım vardı da…
“- Müstacel mi? Dairede söyleseniz olmaz mı?
“- Baş üstüne, emredersiniz! dedi; fakat pek ziyade mahcup oldu; ezildi. Ve o gece oturup bütün bir haftadır başına gelen bu mahcubiyetlerin, bu üzüntülerin sebebini düşünmeğe başladı; hele birkaç gündür sağ taraftan kalktığına hiç şüphe yoktu. Buna dikkat ediyordu. Gece tırnaklarını kesmemişti, kendince uğursuz saydığı türkülerden hiç birini işitmediğine, hatta hatırına bile getirmediğine kaildi. O halde bir şey kalmıyor. Bir hafta önce yatağının yerini değiştirmişti. Bu uğursuz gelmiş olacak! Bu kadar gündür nasıl olup da bunu düşünemediğine şaştı. Ve hemen masayı, sandalyeleri kaldırıp, duvara yapıştırdığı resimlerin yerlerini değiştirip yatağını eski yerine çekti. Bunlar onca tecrübe olunmuş şeylerdi, mantıki hiç bir mülahaza bu kanaati sarsamazdı. Odasını eski haline koyup her şeyi yerli yerine astıktan ve taktıktan sonra, yarın baht ve talihinin değişeceğine, bir haftadan beridir onu üzen, öldüren uğursuzlukların zail olacağına kani olarak, büyük bir ümit, büyük bir istirahatla yatıp uyudu.
MEMDUH ŞEVKET ESENDAL