GRAMOFON VE YAZI MAKİNESİ
İnsanoğlunun kafasında günlerce düşünülüp bize armut piş ağzıma düş varan bu iki küçük makineyi pek severim. Kafasında ölülerin ve dirilerin güzel sesini öldürmemeyi düşünen, kim olursa olsun, -belki Edison’dur- kendi sesini bile vermeden ölüp gitmiştir belki. “Benim sesim çatlaktır, kalsa neye yarar? Hoş sesler kalsın dünyada” demiştir. Ötekisini yapıp edeni hiç bilmiyorum. Herhalde kafalı bir mühürcü idi. Esası mühüre benzemez mi yazı makinesinin? İmza çıkalı başını alıp giden mühüre. Yazı makinesi harflerin imzası gibi bir şeydir. Elinizi şöylemesine harflerin üstüne basarsınız hiçbir lisanda kelime yapmadan harflerin imzası atılır.
Radyo ile gramofonun hiç ilgisi yoktur. Gramofon, başlı başına bir fikirdir. Benim kendi hesabıma radyoya hiç ihtiyacım olmadı. Gramofona gelince, herkesin pek ihtiyacı yoktur ama, benim vardır diyebilirim. Radyoyu sevmem de. Ayıp ama, yalan gibi gelir bana Paris’teki adamın odamda konuşması. Hani odamda konmuş değil a, -konuşturur muyum gevezeyi!- sözün gelişi! Hem sonra, radyo istasyonları kendi canı çektiklerini bana dinletiyorlar. İstemiyorum belki başkasının bana şunu bunu dinletmesini! Ben okuyacağım kitabı nasıl kendim seçersem, dinleyeceğim güzel sesli kadını da ben seçmeliyim. Mektepte miyiz canım? Bana hiç olmazsa bu hakkı versinler alemde odamda olsun! Sevmiyorum şu radyoyu, zorla değil a! Ne kadar münasebetsizlikleri vardır, komşuları rahatsız etmekten tutun da … Hele o büyük burjuva olmak hevesine ne buyurulur?
Herif kasaptır. Karısı tutturur, bir radyo al diye. Alamaz adamcağız. Bir gün vurur birkaç yüz lira, manda etini dana diye yutturmaktan, tek yeşil gözlü bir radyo ile eve döner. Akşamleyin, aman Allahım! Nerelerden ne sesler. Hanım da böbürlenmekten dinleyemez ki. Bin türlü kötülüklerde de kullanılır. Casusun biridir, edepsiz! Adımını atamazsın dünya yüzünde onun haberi olmadan, koca bir devlet olsan bile, polis otomobillerinin içine mi girmemiştir. Amerikalı hırsızların otomobillerinde alıcı vericisi bile varmış diyorlar.
Daha daha, insan muhayyilesini bozar o makine! Mesela, ben sanırdım ki, Hindistan’ da Hindistan’ a göre bir musiki vardır. Yıldızlı Hint geceleri, Ganj nehri, timsahlar, mabetler, filler, büyük gözlü, büyük memeli, şehvetli kadınlar, paryalar, bin dinin bin bir ilahisi, yılan ıslığı zehir, mücevher, inci, gözünü açmış milyonla okumuş adam, ipekler, lahur şal, hattı üstüva ormanı … Bütün bu karışıklığın, acayipliğin, şiirin memleketinden ince, hasta, mızmız bir musikiyi ilk defa radyoda dinledim. Yazık oldu tahayyüllerime!
Gramofon, radyodan tamamen ayrıdır. O arkadaştır, dosttur, mütevazıdır. Küçücük evlerinde hala gaz lambası yanan, hiç radyo görmemiş, mezarlıklara bakan bir Edirnekapı mahallesinde hiç işitmediğim acı memleket havalarını bir akşamleyin çayırlara oturup dinlemiştim. Kendi kendime bunları çalan güzel bir kız olmalı, demiştim. Sarışın, hali haşarı, gözleri pırıl pırıl mavi, burnu çilli, saçları hala sabah güneşini bırakmamış bir kız pencereden başını çıkarıp:
– Beğendin mi plaklarımı amca, daha çalayım mı? demişti.
Utanıp yürümüştüm. Bir, çok eski zamandan kalma, kırmızı borulusunu güzel bir çingene kızının kucağında görmüş, sevinmiştim. Deri fabrikası amelesinden yedi kişi bir tane almışlar. Yedikule surlarında çalar, oynarlardı. Köprüde gazete satar, kamburumsu, gençten sakin bir adamcağız vardır. Onun gramofonu ile plakları görülecek, işitilecek şeylerdi. Pazar sabahları Burgazadası’na elinde bu acayip makineyle gelirdi. Yüzü her zaman gülümserdi. Yapayalnızdı. Koltuğunun altına gramofonu sıkıştırırdı. Omzunun bir tanesi yarım karış ancak vardı. Öbür omzunun kemiği de kırıkmış gibi dışarı çıkmıştı. Boynu büküktü … Bu adamcağız, bu gramofonla yapayalnız nereye gider, diye merak ederdim. Bir gün peşine düştüm. Tenha bir deniz kenarına varır, soyunurdu. Bu adam soyununca kıllar, olmayacak yerlerde birikmiş yağlar, katmerler içinde Quasimodo’nunki gibi bir vücut göreceğimi sanırdım. Halbuki yüzü güzelce bir maymuna benzeyen adamcağız soyununca eciş bücüş bir vücut meydana çıkardı. Ama bu vücut, pek insanca bir vücuttu. Beyaz, ince, yağsız; kaburga kemikleri gözüken bayağı bir vücutcağız.
Bir taşın üzerine gramofonu kurar. Kahverengi bir plağı evirip çevirip okumaya çalıştıktan sonra yerine itina ile kor, iğnenin ucunu baş ve şahadet parmağı ile temizler, kahverengi plaktan ince sesli, gülünç, eski bir fokstrot çalmaya başlardı. Şimdi kendisi gramofondan uzakça bir kayaya oturmuştur. Dudaklarındaki cıgara sönmüştür. Bembeyaz tek kamburu meydana çıkmıştır. Plak biter, cıgarasını yeniden yakar, plağın tersinden sonu c’ est votre main, madame diye bir tango başlardı.
Diyeceğim, gramofon başlı başına, kendi namıma bir medeni adamın zevk aletidir. İnsanoğlunun küçücük, temiz arzularına baş eğen, onun zevkini düşünen bir alettir. Kimselere zararı yoktur. Bayılırdım borulularınal Kırmızı, yeşil, mavi, turuncu borularınal Eskiden kahvelerde bar bar bağırırdı zavallıcıkları Bağırmaya da hakları vardı ama; az şey miydiler? Sonra sonra sustu zavallılar! Bir ara, itiraz bile etmeden, demeden: “Biz başka bir şeyiz, insanoğlu! Sen şimdi züppelik ediyorsun ama yarın yine bize döneceksin. Hercaimeşrep insanoğlu! Kıymetimi sonradan anlayacaksın. Kahvelerde bağırmayacağım. Öyle yeşil, kırmızı boruların olmayacak. Sen o zaman beni modernleştirmeye kalkışacaksın. Ama ben girmeyeceğim artık büyük salonlara. Zarar yok! Yerimi bulmuş olacağım. Ben kırların ve fakirlerinim artık. Sen ne halt karıştırırsan karıştır; ben bir bekarın, bir amele kızın, bir kenar mahalle hanımının fonografı olarak kalacağım. Beni oradan ayıramazsın.”
Bunları söyleyemeden çekilmişti. Radyodan bambaşka şey olduğu anlaşıldı. Hem öylesine anlaşıldı ki, radyo istasyonları bile onsuz edemez oldular.
Yazı makinesi elle yazıya karşı her zaman bir üstünlük gütmese de onun, elle yazının dostu, ağabeysi tavrı takınmış, bir başkasına düşmanlığını açıkça ilan etmiştir. Matbaa nedir ki? Yalanların, dolanların, şantajların, hırsızlıkların, kötülüklerin, bayağılıkların aleti. İstediği kadar saatte binler on binler çıkarıyorum desin. İstediği kadar kesip biçip atsın. Kendini bir şey sansın. Her zaman kötülerin, bayağıların eline ve kucağına atılmaya hazır bir histerik kadından başka bir şey değildir.
Yazı makinesiyle de kötü şey yazılır ama, matbaaya gitmek üzere. Ondan öte, yazı makinesinin en kötü hareketi, ticaret mektupları yazmasıdır. Onlara da pek öyle insanı, sonradan vicdan azaplarına salacak şeyler yazılmaz. Olsa olsa basmakalıp lakırdılar yazılır. Yazı makinesi mühür denilen yuvarlak kalıbın cidarını patlatıp attığı için kalıplara karşı eski düşmanlığı kalmamıştır. Onları yalnızca hatırlar, umursamaz.
İnsan, yazı makinesi ile konuşmaya başlayınca, onun kulağına “Ya imzasız mektuplar?” diyeceği geliyor. Bereket yazı makinesi geveze de işitmiyor, kendini övmeye devam ediyor. Aşk mektuplarından, hatıralardan, güzel romanlardan, basılmayacak şiirlerden, hikayelerden, küçük çocukların manasız kelimelerinden yapılmış birer sevinç, birer oyun ifadesi olan ABCD, AGHTCZ’lerden söz açıyor. Sonra kendisi geliyor imzasız mektuplara: İmzasız mektupların alçakları, adileri, namussuzları, kurnazları olduğu muhakkaktır. İnsanoğlunu aldatmak bir zeka sayılmaz ki. Bence zeki adam çabuk kanan adamdır. Bu yüzden bir vatandaşın gözünü açmak için bu mektuplara da ihtiyaç vardır. Bedbahtlığı hissetmeyene bedbahtlığını duyurur. Ve şerefli birisi olduğu halde arkasından şerefsizliği bağrılan bir adamı bir kadından kurtarır a hiç olmazsa bu nevi mektuplar! İşte yalnız bu iyiliği için yazılmasına müsaade ediyorum, diyor.
Arkadaşımın odasında Bach’ın bir konçertosunu dinlerken öbürü şiirini makinede kopya eder, durur; bana gramofonu metheder; ben yazı makinesini konuşturur, güzel vakitler geçirirdik Arkadaşım iyi şairdi. İsmini bilmezsiniz. Şiirleri ötede beride çıktı. Birçok beğenenler oldu. Ama nerede şimdi eski zaman şöhreti … İsmi pek yayılmamıştır. Yalnız aramızda ismi anılınca, birkaç haris ve kıskanç hariç, her arkadaş ondan bir iki mısra okuyabiliriz. İçimizi bir keder basar, düşünürüz. Sevgilimiz başkasıyla sokaklardan geçer, yüzümüze bile bakmaz. Bir amele kız güler bize bir pencereden. Bir kolejli züppe kız bizimle alay eder. Bir fesleğen saksısına elimizi atar fesleğen yapraklarını bir küçük çocuk başı okşar gibi okşarız. Avuçlarımızı koklayaraktan uzaklaşırız.
Şairdir arkadaşım. Küçücük bir memuriyeti vardır. Beyoğlu’nda Katipçelebi Sokağı’nda bir odacağızı, yirmi sekiz kitabı, gazeteleri, anasından kalma seccadesi, yüzbaşı babasının apoletli bir fotoğrafı… İşte bir de gramofonu ile yazı makinesi vardı. Plakları güzel, seçme şeylerdi. Onun şiirlerinden, benim hikayelerimden hoşlanan iki okumuş kızı da davet ettiğimiz geceler gramofonu çalar, kızlardan biri benimle konuşur, ötekisi arkadaşımın şiirlerini makinede yazardı. Kızların birinin aklına bir gün, fena olmayan bir fikir gelmişti. Arkadaşımın şiirlerini kitap halinde çıkarmasına imkan yoktu. Onları basacak hiçbir tabi Babıali Caddesi’nde yaşayamazdı. Olamazdı böyle şey. Şiirden anlayan tabi olur muydu hiç?
Genç kızın fikri pek güzeldi. Bir formalık bir kitap çıkaracaktık Kopya kağıtlarıyla beş tane çıkarabiliyorduk. Bir miktar kağıt aldık. Kızlar münavebe ile başladılar çalışmaya … Meğer hiç de kolay iş değilmiş. Biz onlara Çaykovski’leri, Mozart’ları çalardık. Cıgaralarımızı tüttürür, güzel saçlarının altındaki, kim bilir hangi zengin çocuklarının koynuna sokacakları ışıklı kafalarını isyankar bir üzüntü ile seyrederdik. Nitekim daha ellinci kopyaya gelmeden, bu fikri ortaya atan kız nişanlandı. Nişanına gittiğimiz zaman üzüntüsüz bir sesle:
– Senin kitabın da olmadı. .. dedi.
– Kısmet değilmiş.
– Gel dans edelim. Üzülme.
Dans etmiştiler. Dansın sonunda kız, arkadaşımı öpmüştü. Genç nişanlının ailesi hayretten donakalmışlardı ama nişanı bozmadılar. Zengin kızı, zengin oğluna varıyordu. Öteki kız da gelmez oldu. Başka arkadaşlar buldu. Danslı yerlerden hoşlanıyordu artık.
Bir zaman erkek arkadaşlar buluşur, tepinir, rakı içer, dövüş eder, senfoni, saksafon, zurna dinlerdik. Kağıthane havası tutturur, bahriye çifteteliisi çalardık Paramız olursa para ile gelen kız çağırırdık. Ben müzikten pek anlamazdım. Öyle anlayanlar gelirdi ki utanır, bir köşeye büzülür, ne zaman şiir münakaşası başlayacağını beklerdim.
Bir akşam klasik garp müziğine aşina bir dostumuzu çağırdık. Hani arkadaşım da büyük eserleri anlar, severdi ama, kendi halinde anlar, severdi. Bu zat izah eder, tenkitler yapar, büyük laflar ederdi. Oturduk, senfoni çaldık. Senfoninin ne olduğunu, ne olmadığını öğrendik. Senfoni ile bilmem neyin arasındaki farkı kavramaya çalıştık. Anlar gibi de olduk. Hep o musikiden anlayan arkadaşımız konuşuyor, bizi tenvir ediyordu.
Bir ara arkadaşım:
– Size Mozart’ın Marş Türk’ ünü çalacağım, dinleyin, dedi.
Araya laf karıştı. Beethoven ile Bach arasında mukayeseli bir tenkidi anlamaya çalışırken arkadaşım gramofonu kurmuş, plağı çalıyordu.
Genç musiki delisi, bana:
– Dinleyin beyim, diyordu. İşitiyor musunuz, Türk akıncılarının atlarının sesini? Dinledim. Evet, birtakım çıngırak sesleri, hışırtılar, karlı havada berrak çıkan seslere benzeyen keman sesleri duyuyordum.
Plak bitti. Arkadaşım gülümsedi:
– Yanlış çalmışım plağı, dedi. Bu Mozart’ın Marş Türk’ü değilmiş. Çaykovski’nin bilmem nesiymiş …
Kahkahalar basmıştık. Musikiden anlayan arkadaşımızı şakaya getirip bir temiz dövmüş, sonunda şarap galonunu başından aşağıya boşaltıvermiştik.
İşte arkadaşımın hayatında benim bildiğim -yalnızken duyduklarını yazmıyorum- böyle yerleri olan yazı makinesi ile gramofonu, bir kış günü kar lapa lapa yağarken birimiz gramofonu, ötekimiz yazı makinesini yüklenerek pek hoşlandığımız Yüksekkaldırım’a doğru götürüyorduk. Arkadaşımın şiddetle paraya ihtiyacı vardı. Sevdiği kız, sanatoryumdan çıkıyordu. Ne mantosu vardı, ne kombinezonu … Ayakkabıları, hem arkadaşımın, hem de kızınkiler su çekiyordu.
Varlık, (313), Ağustos 1946
SAİT FAİK ABASIYANIK
c’ est votre main, madame: Bu sizin eliniz madam