Roman, modern çağa damgasını vurmuş bir türdür. İnsan türünün ilk göz ağrısı olan kadim tür şiiri gölgede bırakmıştır diyebiliriz. Çünkü modern çağı, burjuva bireyi, kentli insanı anlatmada gösterdiği başarı bakımından romanın yanına belki sinemayı koyabiliriz. Don Kişot, Robinson Crusoe, Sefiller bu görkemli yükselişin ilk parlak ışıkları gibidir. Sonrası adeta bir ışık selidir…
Macera tutkunu Robinson, 19. yüzyılla birlikte tarihin öznesi olmayı başaran burjuva bireyin prototipi sayılmalıdır. Cesaretiyle, aklını kullanma yeteneğiyle, ihtiraslarıyla, mülkiyet tutkusuyla, Luteryen ahlakıyla, doğa üzerinde egemenlik kurmada gösterdiği başarıyla yeni bir insan tipini temsil eder. Bu yeni insan karmaşık, kendine özgü güçlü bir karakterdir. Akıl ve duygu bakımından Doğu ve Batı edebiyatlarındaki geleneksel tekdüze tiplerle kıyaslanamayacak ölçüde gelişkindir, yetkindir. Jan Valjean, Madam Bovary, JulienSorel, Rajkolnikov, Bazarov, Leverkühn, S. Dedalus, Selim Işık son iki yüz yılda modern – kentli toplumu roman sanatı üzerinden temsil eden sıra dışı kahramanlardan birkaçıdır.
Robinson Crusoe, aradan geçen bunca zamana karşın bir kurgu harikası sayılması gereken Don Kişot’tan bir yüzyıl sonra yazılmış. Kurgu, dil, mizah, sürükleyicilik, çok katmanlılık gibi birçok bakımdan Don Kişot’un oldukça gerisinde kalır. Don Kişot, roman türünün ilk büyük anıtıdır. Bu büyük şaheser hala roman evrenindeki en parlak yıldızlardan biridir. Bununla birlikte Robinson Crusoe de anlatımındaki doğallığıyla, sıra dışı konusuyla roman türünün klasikleri arasındaki ölümsüz yerini almıştır. Gerçi “ıssız ada” metaforunavİbn-i Sina’nın tasavvufi boyutlar taşıyan Hay İbn Yakzan adlı eserinde rastlarız. Yine Daniel Defoe’ın, Alexander Selcraig adlı İskoç denizcinin gerçek hikâyesinden esinlendiği de bilinmektedir. Roman, 1719’da bir yılda dört baskı yapacak kadar okuyucu tarafından sevilir ve yazarına ün ve para kazandırır. Kitabın ikinci bölümü (Robinson Crusoe’ın Yeni Serüvenleri) büyük olasılık birinci kitabın başarısı üzerine yazılmış. Ancak her bakımdan birinci kitabın çok uzağındadır.
Batı’da 15. ve 16. yüzyıla “Keşifler Çağı” denir. Gemilerde pusulanın kullanılmaya başlanmasıyla Avrupalı denizciler uzak denizlere açılmış, yeni kıtalar keşfetmişlerdir. Robinson Crusoe bir bakıma Keşifler Çağı’nın romanıdır, bu kâşif denizcilerin ruhunu, cesaretini yansıtır. Daha çok Portekiz ve İspanyollardan oluşan bu gemiciler bir daha geri dönmemeyi göze alarak denize açılırlar. Bir Portekiz halk şarkısı türü olan fado, Portekizli kadınların denizden geri dönemeyen sevgililerine, eşlerine yaktıkları ağıtlara verilen addır.
Robinson aslında varlıklı sayılabilecek bir ailenin çocuğudur, iyi bir eğitim almıştır. Ailesinin bütün karşı çıkmalarına rağmen kalbinin sesini dinleyerek sonu bilinmeyen, tehlikelerle dolu deniz yolculuklarına çıkar. Ölümle yüzleşir, tutsaklıktan kurtulmayı başarır, Brezilya’da çiftçilik yapar ve yine denize açılır, korkunç bir deniz kazasının ardından kendini ıssız bir adada bulur. Artık vahşi doğayla baş başadır. 631 sayfalık okunması külfetli romanın belki de en ilginç bölümü, Robinson’un adada kendine bir hayat kurmak için verdiği sıra dışı savaşımın anlatıldığı bölümdür.
Robinson, gemiden kurtardığı kimi araç gereci de adaya taşımayı başarır. Adaya çıkardığı araçlardan biri oldukça simgeseldir: Tüfek!.. Ünlü Fransız bilim insanı Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik adlı yapıtının bir bölümünde beyaz adamın Amerika’yı keşfini ve kıtanın kolonizasyonunu konu edinir. Nasıl oldu da kıtaya ulaşan bir avuç beyaz adam kendisinden sayıca çok çok üstün onca Kızılderili’ye diz çöktürdü? Tüfek, Çelik ve Kızılderilinin vücudunun tanımadığı mikroplar sayesinde… Robinson’u da adanın efendisi yapan aklını kullanabilme yeteneğidir, güçlü karakteridir, komple kişiliğidir… Ama özellikle barut ve tüfektir. Tüfek sayesinde kendini güvende hisseder, vahşi hayvanları avlayarak hayatta kalır, adayı güvenle dolaşır, adaya gelen vahşileri öldürür ya da tutsak eder…
Keçileri evcilleştiren, toprağı işleyen ve ürün yetiştiren, kilden kendine gereçler yapan Robinson hümanist, liberal, doğa ile barışık bir kişiliktir. Henüz istilacı beyaz adama evrilmemiştir. Kendini yalnız, güçsüz ve savunmasız hissettiği bu günlerde batan gemiden adaya çıkardığı İncil’i okumaya başlar. En karamsar günlerinde İncil ona ilham, umut ve inanç aşılar. Yine bir kötü anında kitabı açar açamaz karşısına şu cümleler çıkar: “Sıkıntılı günlerde bana sığın, ben seni kurtarırım, sen de beni yüceltirsin.” Bunu ilahi bir işaret sayar ve hayata dört elle sarılır. Roman ilerledikçe Robinson koyu Protestan bir kişiliğe evrilecektir. İncil ve Protestanlık onun yaşamında temel belirleyici olacaktır.
Romanın sürükleyici diğer bir bölümü de Cuma’nın adaya gelişidir. Beyaz adam, yerli halkları uzun bir süre yamyamlıkla itham etmiştir. Onları barbar, uygarlaştırılması gereken ilkel varlıklar olarak betimlemiştir. Robinson da Kızılderililerden ve diğer yerlilerden korku ve nefretle söz eder. Yamyamlık, özellikle adadaki ilk yıllarında Robinson’un kâbusudur. Yerliler tarafından pişirilip yenmekten korkar. Nihayet Cuma’yı da bir grup yamyamın elinden alır, uşağı yapar. Artık iki kişidirler. Cuma’ya dil öğretir, onu samimi bir Hristiyan yapar, aralarında sıkı bir dostluk gelişir. Robinson ile Cuma arasında din konusunda geçen diyaloglar çok ilginçtir. Çünkü Cuma’nın da bir dini vardır. Tüm evreni Ooo’nun yaratığına inanmaktadır. Hristiyanların Tanrı’sının neden şeytanın insanı yoldan çıkarmasına göz yumduğuna bir türlü aklı yatmaz. Sonunda Robinson, Cuma’nın şahsında tüm yerli halkların hakkını teslim etmek zorunda kalır. Yerli halkların özünde beyaz adamdan hiçbir aşağı yanı yoktur. Üstelik beyaz adamdan daha insancıldır.
Nihayet başka kazazedeler de ulaşır adaya. Robinson’un ülkesine dönmek için ettiği duaları Tanrı kabul etmiştir. Adayı yerlilere ve Avrupalı denizcilere bırakarak Cuma’yla birlikte ülkesine döner. Aradan uzun bir süre geçtiği içini annesini ve babasını bulamaz. Evlenir, çocukları olur, kiliseye yüklü bağışlar yapacak kadar varlıklı ve saygın birisidir. Ama serüven tutkusu bir türlü yakasını bırakmaz, uzaklardaki adası ısrarla onu geri çağırmaktadır.
İkinci kitap Robinson’un tekrar adaya gelişini konu edinir. Robinson ikinci kez adaya geldiğinde ada kolonize edilmiştir. Artık o bir sömürge valisidir, koyu bir Protestan’dır. İçinde İsa’nın ruhunu taşımaktadır. Adayı beyaz adamın kanunlarıyla düzenledikten sonra gemisiyle tekrar adadan ayrılır; Çin’i, Rusya’yı, Arabistan’ı dolaşır. Yol boyunca ticaret yapar, bol para kazanır. Çin’e afyon satar, oradan aldıklarını Ruslara, Ruslardan aldıklarını Araplara satar. Nihayet yetmiş iki yaşında içindeki arzuları doyurmuş, kemale ermiş bir Hristiyan olarak evine döner, inzivaya çekilir.
Robinson Crusoe, sanki günümüz küresel kapitalizminin habercisidir. Aradan geçen üç yüz yılda Batı kapitalizmi tüm dünyayı kolonize etmiş durumda. Beyaz istila Robinson’un ruhunu sızlatacak derecede acımasız, ölümcül ve yıkıcı. Nükleer silahlar, eriyen buzullar, artan nüfus, kontrol edilemeyen virüs salgınları… gezegenimizin geleceğini tehdit eder boyutlara ulaşmış durumda. Hiçbir şey ama hiçbir şey beyaz istilacının umurunda değil. O iktidarını sürdürmek için her şeyi yapmayı kendine hak görüyor. Birçok Avrupalı günümüzde de kendisini uygarlığın tek varisi olarak görüyor. Değişik insan topluluklarını barbar, aşağı ırk olarak tanımlıyor.
Artık yeni cesur adamlara ihtiyacımız var. Beyaz istilayı yenilgiye uğratacak, akıllı Robinson’un ruhunu azaptan kurtaracak yeni kâşiflere… Roman türünün görkemli yolculuğuna devam edebilmesi de bu yeni cesur adamları, hümanist kâşifleri anlatabilme yeteneğine bağlı.
Gelinen noktada üç yüz yıl öncesinin ilerici sınıfı burjuvazi; her yönüyle gerici, her yönüyle yozlaşmış, insanlığın gelişimini engelleyen asalak bir sınıfa dönüşmüştür. Yeni roman sadece bu çürümeyi çözümlemekle yetinemez. Gelmekte olanı da sezen, ondan beslenen, onu besleyen bir roman olmak zorunda…
Yazar: TURGAY ÇİMEN