Önde gelen televizyonlarımızın ünlü bir sunucusu, Aşiyan Mezarlığı ile ilgili bir haberi okurken ”âşiyân” kelimesindeki “a”ları kısa okuyunca ister istemez yüzümü buruşturdum ve hemen kanal değiştirdim. Yine geçenlerde bir sunucu önündeki kâğıtta yazan “Câber” kelimesini kısa okudu. Kelimeyi, “Caber” diye kısa “a” ile okuyunca, kelimenin ahengini tamamen yok etti. Arif Nihat Asya’nın şiirinde geçen “Câber” kelimesindeki “a”yı kısa okumayı deneyin, bakın ortada şiir kalacak mı?
“Câber yok, Tiyanşan yok Aral yok…
Ben nasıl varım?”
Televizyoncular bir diksiyon dersi alıyorlar mı, bilmiyorum. Ancak Türkçeyi doğru ve güzel konuşmak için diksiyon dersi de yetmez, kişinin genel kültür sahibi olması da gerekir.
Halbuki Türkçeyi en güzel, en doğru telaffuz etmesi gerekenler sunucular olmalıdır, en azından bir zamanlar öyle idi. Bu, o kadar önemli mi, ne fark eder, demeyeceğinizi düşünerek Türkçede uzun okunması gereken kelimeler konusunda birkaç söz söylemek istiyorum:
Bildiğiniz gibi Türkçe kelimelerde uzun ünlü yoktur. İçinde uzun ünlü bulunan kelimelerin tamamı dilimize Arapça veya Farsçadan geçmiştir. Dünyâ, sâhip, câhil, cinâyet, dilâver…
Yazımda gerekli olmadıkça bu uzun ünlülerin üzerinde uzatma veya düzeltme işareti kullanmıyoruz, ama uzun okuyoruz: Dünya, sahip, cahil, cinayet, dilaver…
Sadece yazılışları bir, anlamları farklı kelimeleri ayırt etmek için okunuşları uzun olan veya ince okunması gereken ünlülerin üzerine düzeltme işareti koyuyoruz: adem (yokluk), âdem (insan); adet, âdet; alem (bayrak), âlem (dünya); aşık (eklem kemiği), âşık (vurgun, tutkun); hala, hâlâ; kar, kâr; hakîm, hâkim…
Arapça ve Farsçadan dilimize giren birtakım kelimelerle özel adlarda bulunan ince g, k, l ünsüzlerinden sonra gelen a ve u ünlüleri üzerine şapka veya düzeltme işareti dediğimiz işareti koyarız: dergâh, karargâh, yadigâr, kâğıt, Hakkâri, Kâzım, Halûk, Nalân…
Arapça nisbet “î”sini de Türkçedeki “i” ekleriyle karışmaması için şapkalı yazmak gerekir. Dinî konu- onun dini, kalbî duygular- onun kalbi…
Yazıda durum böyle olmakla beraber konuşmada kelimelerin varsa uzun ünlüleri, belirgin bir şekilde ve doğru yerde telaffuz edilmelidir. Yukarıdaki örnekte görülüyor ki “Hâluk “değil “Halûk”. Nâzire değil nazîre, hâkem değil hakem, nîsa değil nisâ (hayrunnisâ), râkib (binici) değil rakîb (aynı şeyi elde etmek isteyenlerden her biri), zârif değil zarîf (zarîfâne), nâsib değil nasîb, hâkir değil hakîr…
Türkçe kelimelerde uzun ünlü yoktur, dedik ama bazen şair, ölçü veya kafiye gereği kısa ünlülüleri uzun okur. Mesela Türkçe “yara” kelimesi bazı şiirlerde yâre biçimini alır. Yahya Kemal’den bir örnek:
“Dilbesteyiz ahbâba esiriz yâre
Onlardır açan gönülde bin bir yâre”
Türkçe “ala” kelimesini ise uzunluk ve incelik ilave ederek daha bir güzelleştirmiş, “elâ” yapmışız. “Bizim lâle deyişimizde, ceylân sesimizin güzelliğinde ve kendi ala kelimemizden inceltip uzatarak yarattığımız elâ sözünde hep bu Türk lâ’sı seslenir.” (Nihad S. Banarlı).
Gazi Giray Han’ın ünlü şiirinde geçen Türkçe “su” kelimesini de vezin ve kafiye gereği uzun okuruz:
“Râyete meylederiz kâmet-i dil-cû yerine.
Tûğa dil bağlamışız kâkül-i hoş-bû yerine
Kanını düşmen-i dînin içeriz sû yerine.”
Bu uzatmanın şiirin anlamını da etkilediğini, şiirdeki epik etkiyi artırdığını görüyoruz.
Aruzda imâle gereği Türkçe kelimeleri veya ekleri uzun okuduğumuz da olur:
“Minnet Hudâya devlet-i dünyâ fenâ bulur
Bâkî kalur sahîfe-i ‘âlemde âdımız”
“Halk içindê muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmayâ devlet cihandâ bir nefes sıhhat gibi”
Bazen de kafiye gereği şair, Türkçe kelimelerin yapısını bozar. Yunus’tan bir örnek:
“Ben yürürüm yâne yâne
Aşk boyadı beni kâne
Ne âkilem ne dîvâne
Gel gör beni aşk neyledi.”
Aşiyan” kelimesine dönecek olursak aslı Farsça olan kelime, “kuş yuvası” anlamına gelir. Bazen de ev, mesken, barınak” anlamına gelecek biçimde kullanırız. Tevfik Fikret’in bugün müze olan evinin adı da Aşiyan’dır. Yakınında da Aşiyan Mezarlığı vardır.
Aşağıdaki örneklerde “âşiyân” kelimelerini “aşiyan” biçiminde kısa okuyun, bakın ortada şiir kalacak mı?
“Âşiyân-ı mürg-i dil zülf-i perîşânındadır
Kande olsam ey perî gönlüm senin yânındadır.” (Fuzûlî)
(Gönül kuşunun yuvası senin dağınık saçlarının arasındadır, ey peri gibi güzel sevgili, nerde olursam olayım -veya kan içinde olsam bile- gönlüm senin yanınadır.)
Eşin var, âşiyânın var, bahârın var ki beklerdin
Kıyâmetler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin?” (Mehmet Akif)
Türkçenin bir özelliği de içinde uzun ünlü bulunan birçok yabancı kelimeyi hem uzun ünlülerini kısaltarak hem de ünlü uyumlarına uydurarak Türkçeleştirmesi, kendine mal etmesidir: Aslı “dîvâr “olan Farsça kelime Türkçede “duvar” olmuş. Kûy-köy, nerdübân-merdiven, câmeşûy- çamaşır, çehâr-ı tâk- çardak, darûyı çîn- tarçın, emîrülmâ- amiral, ḳâ’im-i maḳâm- kaymakam, kûşe- köşe, rûzê-oruç, çehâr şenbe- Çarşamba, penç şenbe, Perşembe, bâzâr-pazar … kelimelerindeki değişim bu duruma örnek olarak verilebilir. Bî namaz- beynamaz, nevbet- nöbet kelimelerindeki değişim ise kelimelerin yanlış okunmasından kaynaklanıyor. Elifba ile yazımdaki yanlış okumalar dile bu şekilde yerleşmiş ve galatı meşhur olmuş.
Dinimizin önemli şahsiyetlerinin isimlerini de çok güzel Türkçeleştirmişiz: Muhammed- Mehmet, Âmine- Emine, Fâtımâ- Fatma (Fadime), Âişe- Ayşe, Umar veya Amr- Ömer, Usmân- Osman (Bildiğiniz gibi Arapçada o, ö sesleri yoktur), Ukkâşe- Ökkeş,…
“Bir dilin kudreti bünyesindeki yabancı kelimelerin azlığıyla ölçülmez, bünyesine aldığı yabancı kelimeleri yutup hazmetmesiyle ölçülür.” demiş bir Avrupalı yazar. Anadolu’daki yer isimlerine bakın, ne çok ismi Türkçeleştirmişiz: Anatolia- Anadolu, Simirna- İzmir, Zağferanbolu- Safranbolu, Gekboze- Gebze, Tekfurdağı- Tekirdağ, Hadrianapolis- Edirne, Angora- Ankara…
Arif Nihat Asya’dan bir şiirle sözlerimizi tamamlayalım:
“Ben ki ateşle konuşurdum, selle konuşurdum
İdil’le, Tuna’yla, Nil’le konuşurdum
Sangaryos’u Sakarya yapan
İkonyum’u Konya yapan
Dille konuşurdum.”
Yazar: Recai Kapusuzoğlu