Makale

Öğretmen Dersi İyi Anlatmalı

Dersini iyi bilen öğretmen, partiyi yarı yarıya kazanmıştır. Fakat işte o kadar. Eğer bundan başka meziyeti yoksa yarım demektir. Bir öğretmen için bilmekten sonra gelecek ilk vasıf öğretebilmek olacaktır. Öğretme şartlarının da en evvel hatıra geleni dersi güzel anlatmaktır. Fakat bütün zorluk işte burada: Hangi derse güzel anlatılmış diyeceksiniz?

Başka bir mektepte bir tarih öğretmenimiz vardı. Dersi o kadar güzel anlatırdı ki bayılırdık. Onun hangi sınıfa dersi olsa dersi boş kalan bütün sınıflar oraya dolardı. O, bir kere derse başladı mı sınıfta nefeslerin alındığı duyulmaz, zil çaldıktan sonra dışarı çıkmasın diye bütün öğrenci heyecandan tepinirdi. Dünyada ondan daha iyi öğretmen bulunmayacağında ve daha güzel ders anlatılmayacağında hepimiz birleşirdik. Bu adam nasıl ders anlatırdı? Tıpkı bir aktör, bir meddah gibi. Dersi takrir değil, adetâ temsil ederdi. O ders anlatırken biz hikâye dinlemez, bir vak’a yaşardık. Attila’yı, Anibal’ı, İskender’i sanki gözümüzle görürdük. Bir gün, İstanbul’un Türkler tarafından alınmasını anlattı, Allah’ım sanki İstanbul o gün gözümüzün önünde alınıyordu. Atını denize doğru süren Fatih’i, rüyalar, buhranlar içinde kıvranan Bizans imparatorunu, Kasımpaşa sırtlarından aşağı inen gemileri görüyor, koca surları yıkıp deviren topların seslerini, Allahu ekber sedalarını bir bir işitiyorduk. Ders bittikten sonra herkes birbirine “Ne güzel anlattı, ne güzel değil mi?” diyor ve birçok sözlerini aynen tekrar ediyorlardı. Bu öğretmen hakikaten güzel bir ders anlatmış mıydı? Hayır! O bize sadece bir masal söylemişti. Ancak biz, artık kurt ve peri masallarından zevk alacak kadar çocuk olmadığımız için top, kılınç ve gemi masalı anlattı. Belki o anda bir soran olsaydı onun anlattığını kelime kaçırmaksızın hepimiz anlatabilecektik. Fakat birkaç ay sonra imtihanda talebeden birine bu sual çıktı. Çocuk düşündü, taşındı ve verdiği cevap şu oldu:
– Efendim. Fatih İstanbul’u aldı.

Bu cevabın şekli bütün tarihi bahislere tatbik edilir ve bizim öğretmenden tarih dersi görenlerin ne öğrendiği meydana çıkar. Garibi şu ki ders yerine böyle masal anlattığı halde dört tarafını memnun eden birçok öğretmenler olabilir.

Yine bir tarih öğretmeninin bir konferansını dinledim. İstiklâl Harbi’ni anlatıyor, sahnede eliyle koluyla işaretler yapıyor, bağırıyor, heyecanlanıyor, ateş püskürüyordu. Belliydi ki bu büyük mevzuun yüksek heyecanını duyuyor, onu duyurmak istiyor. Fakat seyircilere baktım. Herkes gülüyor ve hiç kimse dinlemiyordu.

Bir kimya dersini koridordan dinledim. Sınıf gülmekten kırılıyordu. Bütün ders güldüler. Nihayet merak ettim. Dersten çıkılınca çocuklara kimya dersinde bu kadar gülecek ne olduğunu sordum.

-Efendim, dediler, bizim kimya öğretmeni çok iyi bir öğretmendir.
Dersi güldüre güldüre öğretir. Tuhaf tuhaf beyitler söyler, taklitler yapar. Sınıfta dinlemeyen ve öğrenmeyen kimse kalmaz. Biz onu bir kere sınıfta dinledik mi artık kitap açmayız. Derste her şeyi kafamıza sokar.

Bu öğretmen iyi bir hoca mi idi? Onun kimya gibi umumi bir dersi kulaktan doldurma öğretim tarzı bana  ağızdan dolma silahların tarihinden daha eski ve daha iptidai göründü. O aklınca talebeyi kitap okumak külfetinden kurtarıyordu. Fakat hakikatte tembelliğe, okumamaya ve ağızdan ezberciliğe alıştırıyordu.

Bilgili, vakarlı ve tecrübeli bir felsefe öğretmeni elinde bir sürü kağıtlarla kürsüye çıktı; okumaya başladı. Çok muntazam cümlelerle çok güzel ve olgun, kıymetli fikirler söylüyordu. Konuyu çok güzel tasnif etmiş, belli ki bu dersi hazırlamak için bir hayli uğraşmıştı. Fakat hiç kimse dinlemedi ve öğrenmedi.

Bir psikoloji öğretmenimiz vardı. Her cümleyi en aşağı beş defa tekrarlar, dersi tamamıyla çocukların kafasına sokayım diye kendisini harap edercesine yorardı. Nihayet iki üç defa da umumi tekrardan sonra yorgun argın sınıftan çıkar, artık dersin talebenin kafasına girdiğinden emin olarak “Ben dersimde anlaşılmadık hiç bir nokta bırakmam!” diye övünürdü.

Bu öğretmen iyi mi yapıyordu? Hiç bir zaman. Bir defada anladığımız bir şeyi on defa bizim kafamıza çarparak sersem ediyor, dehşetli sıkıyordu. İkinci defadan sonraki tekrarları tabii dinlemiyor ve yeni bir şeye geçtiğinin farkına varmıyorduk.

Bir orta mektep öğretmeni dersi kusursuz bir şekilde tekrar ederdi. Dersini evvelden hazırlar, tespit eder ve sınıfta tereddütsüz söylerdi. Diğer bütün arkadaşlar, bu öğretmenin güzel ders anlattığında müttefikti. Talebe de dersi seve seve dinliyor ve çok güzel öğrendiğini söylüyordu. Fakat bakalorya imtihanında öğrencinin dörtte üç muvaffakiyetsizliğini hayretle gördük.

Başka bir öğretmen diyordu ki ben öğrencime her bahsi en aşağı üç misalle anlatırım ve misalleri ekseriya tuhaf ve eğlenceli seçerim. Bu suretle çocuklar dersi alaka ile dinler ve muhakkak öğrenirler. Bu öğretmen, aldanıyordu. Çünkü çocuklar dersi değil, misalleri dinliyorlardı. Misalden misale geçtikçe talebe hangi bahis üzerinde, hangi derste olduğunu unutur ve nihayet misallerin en tuhafı hatırında kalır. İşte o kadar.

Daha bir çok tipte ve türlü usullere malik öğretmenler vardır. Kimi bildiği halde hiç hazırlanmaksızın derse girer ve o sırada ne icap ederse onu anlatır. O bahis biterse başka bir şeye geçer. Kimisi her derste fazla sevdiği veya fazla bildiği bir bahsi anlatır. Kimisi anlattığı dersin içinde şahsen fazla alakadar olduğu bir nokta üzerinde açılır durur. Kimisi küçük bir vesile ile o günkü bahisle alakası olmayan, bazan büsbütün ders harici olan şeyler söyler, nasihatler verir, nutuklar, hitabelere girişir, yumruğunu kaldırıp kürsüsünün üzerine indirenler, ayağını vurup yerleri inletenler bile bulunur.

Fakat bütün bu öğretmenlere sorunuz, vazifelerini mükemmel surette yaptıklarını iddia ederler. Birçoklarını etrafındakiler de tasdik eder. Fakat bunların hiç birisi iyi öğretmen vasfını haiz olamaz. O halde iyi öğretmenlik nasıl olacak? İyi öğretmenin usulü nedir?

Dersini iyi anlatan öğretmen demek, evvelâ mevzuundan uzaklaşmaksızın talebeyi yormadan, sıkmadan, seve seve dinletebilen, bu suretle talebenin kafasındaki bir çok muammaları halleden, onları yeni fikir ufuklarına doğru sürükleyen, kafalarında bıraktığı izlerle tetkik ve araştırma ihtiyacını duyuran öğretmen demektir.

Bunun için her şeyden evvel dersi açık, vazıh, psikolojik mükemmel bir tasnif dahilinde ve hazırlanmış bulunmalıdır. Dersin iyi dinlenmesine tasnifin çok tesiri vardır. Öğrencinin öğretmenine inanıp da dersini dinlemek istediği, fakat dikkat ve alakasını bir türlü devamlı tespit edemediği görülürse çok kere bunun sebebi dersin fena bir surette tasnif edilmiş olmasıdır. Tasnif, kendi şubesi dahilinde ilmi olduğu gibi anlatış itibariyle de daimi alaka uyandırıcı olmalı, evvel söylenenler, sonra söylenecekler için zemin hazırlamalı ve sonra söylenenler evvelden hazırlanmış olan alakaya cevap vermelidir. Dersin başından sonuna kadar her cümleden ötekine sıkı bir ilgi ile geçmeli ve her söz o anda kurulan muayyen binaya bir taş ilave etmiş olmalıdır. Sonra söylenmesi icap ettiği halde önce söylenmiş sözler, lüzumsuz tekrarlar, mevzu harici laflar dinleyenin dikkatini dağıtır. Tasnif o kadar mükemmel yapılmalı ki talebe dersi büyük bir sanatkâr elinden çıkmış bir sahne gibi her an fazlalaşan bir alaka ile takip etmeli. Dersi muhakkak kağıtlara yazmak şart değildir. Yeter ki öğretmen anlatacağı şeyi güzelce hazırlamış, hududunu tayin etmiş, dersi müddetinde nasıl başlayıp nasıl bitirebileceğini hesaplamış bulunsun. Elindeki kâğıtları okuyarak ders vermek katiyen doğru değildir. Öğrenci bunu dinlemez. Kendisine bir şey söyleyeceğini beklediği öğretmenin yüzüne bakıp da onun kâğıtlarla meşgul olduğunu görünce alakası ve dikkati derhal dağılır. Dalga geçer. Derste söylediğini, not halinde, dersten sonra öğrenciye vermeyi de doğru bulmamalıyız. Öğrenci notların nasıl olsa eline geçeceğini düşünerek derste dalga geçebilir veya daha ehemmiyetli gördüğü başka bir şeyle meşgul olabilir. Halbuki öğretmenin takririnden gaye yalnızca o bahisteki müfredatı öğretmek değildir. Muayyen bir program üzerinde yürümekle beraber öğrencinin kafasında yeni fikir âlemleri açmak, bu âlemlere hangi yollardan gidileceğini göstermektir. Dersi sınıfta bir öğrenciye okutup diğerlerine dinletmek de çok yanlış bir usuldür. Kıraat ve edebî metin gibi dersler müstesna, diğer derslerde bu usulü tatbik etmek hiçbir netice vermez. Öğrenci, elindeki kitabı okuyan arkadaşını hiçbir zaman dinlemez. Dersi evvelâ bir öğrenciye okuttuktan sonra anlatmak da çok kere hazırlıksız öğretmenlerin işidir.

Dersi güzelce tasnif ettikten sonra sınıfa girip dümdüz anlatmaya başlayan öğretmen de her zaman isabet etmez. Kime anlatıyor, biliyor mu? İnsanın birçok dostları olur da her biriyle başka türlü konuşur. Birinin yanında güle güle söylediği bir şeyi ötekinin yanında acı acı söyler. Birine söylemek için can attığı bir şeyi ötekine hiç söyleyemez. İyi konuşabilmek için bir insanı iyi tanımamız, onunla hangi üslupla konuşulduğunu bilmemiz lazımdır. Ancak o zaman anlaşabiliriz. Sınıfta da kendimizi anlatmak istediğimiz bir şahıs var demektir. Bu, o sınıfın şahıslarının birliğini temsil eden bir ruhtur. Acaba bu ruhun tabiatı nasıldır? Bu ruh hangi dilden anlar, hangi sesten hoşlanır, hangi eda ile konuşur. Bana kalırsa öğret menliğin ruhuna ait birinci muvaffakiyet buradadır. İyi öğretmen bu ruhu derhal keşfedecek ve ona hitap edilecek dili hemen bulacaktır. Hakikaten bu ruh çok muğlak şahısların ruhu kadar muhteliftir. Sınıfların ruhu şehirden şehire, okuldan okula, hatta sınıftan sınıfa değişir. Bir sınıfta söylediğiniz bir şeyi aynı şekilde başka bir sınıfta veya başka bir okulun aynı sınıfında söyleseniz yapacağınız tesir ve alacağınız intiba çok kere başka olabilir. Öğretmen bu ruhu tamamıyla teşhis ettikten sonra onun kültür seviyesini ölçmeli ve ona göre bir dil ve bilgi tarzı tut malıdır. Birçok öğretmen bu basit hususu da ihmal eder ve sınıfın anlayış seviyesinden çok yüksek bir şekilde ders anlatır. Çocuklar da anlıyorum zannıyla, hay ret ve takdirle, dinler. Tıpkı bir cambazın bütün hareketlerini gören bir seyirci gibi bunları tamamen anlar, fakat kendisine “Gel, sen de yap!” deyince durur. Halbuki öğretmenin vazifesi öğrenciye kendi cambazlığını göstermek değil, öğrenciyi cambaz yetiştirmektir. Bu nevi öğretmenler talebenin biraz gözünü kamaştırıp, onları kendine itimatsızlığa, cansızlığa sevk eder. Dersi gülünç, tatlı fıkralarla anlatmak da esasen yanlış, çok dar ve geri bir düşünüştür. Böyle yapan öğretmen dersin tatlı olmadığını ve ancak böyle tatlı fıkralarla tuzlanıp biberlenirse yutulabileceğini kabul ediyor demektir. Halbuki gaye dersi o fıkralardan daha tatlı ve alakalı bir hale getirmektir. Bu düşünüş tarzı modern ve ilmî derslere kabil-i tatbik olmadığı gibi, psikolojik de değildir. Dersin tatlı fıkralarla karıştırıldığını gören öğrenci acıyla tatlının derhal farkına vararak ayıklamaya başlar. Ve öğretmeni boyuna güzel fıkralar anlatacak diye bekler. Talebenin yorulduğunu veya dikkatinin dağıldığını hisseden öğretmen bazan böyle şeyler yapabilir. Fakat söylenen fıkra tamamıyla o andaki mevzuu aydınlatmak ve talebenin dikkatini başka bir yere götürmemek, hatta bir fıkra anlatıldığının farkına vardırmamak şartıyla. Benim bir müşahedeme göre bugünkü öğrenciye dersi iyi dinletebilmenin psikolojik sebeplerinden biri de onlara muayyen ve mücerret bir bahis, bir ders veriliyor hissini vermeksizin herhangi bir alaka ile meraklarını uyandırarak işe başlamak ve anlatılan dersin lüzumlu, kıymetli ve hayati olduğuna onları inandırmaktır. Öğrenci, kendi düşünüş âlemi ve harici hayatla arasında bir münasebet bulamadığı dersleri dinlemez. Ve “Bunları niçin okuyoruz?” diye kendi kendine sorar. Çok kere öğrenci arasında bazı derslerin hayatta lüzumsuz olduğu konuşulur. Bu fena fikri hasıl eden şüphesiz ki dersinin kıymetini anlatamayan ve zevkini duyuramayan öğretmendir. Öğretmenin her anlatacağı dersin başında onun ehemmiyetine dair kuru bir giriş yapması bu hususu hiç bir zaman temin etmez. Dersin kıy metine öğrenciyi inandırmak için evvelâ öğretmenin ona inanmış olması, onu sevmesi ve anlatırken bir zevk, bir heyecan duyduğunun görünmesi, sonra da ders ile hayat arasındaki alakayı müşahhas ve sanatkârane bir şekilde göstermesi lazımdır. Anlatırken mücerret fikirler ve kelimeler üzerinde yürümekten bilhassa sakınmalıdır.

Bazı öğretmenler öğrencinin uyuduğunu görerek derslerini canlı anlatırlar. Karşısında birinin bar bar bağırdığını, eliyle, koluyla, kafasıyla bir şeyler yaptığını gören öğrenci şüphesiz uykudan uyanır ve dikkatini toplar. Fakat nereye? Elbette yüksek bir sese, garip garip tavırlara, gülünç aktörlüklere. Sınıfta tabiiliğin fevkinde ve dışında yapılan her türlü hareket dersi dinlemeye dalan sınıf ruhunu ürkütür. Ve ona başka şeyler tedai ettirir. Onun için dersi anlatan öğretmenin bütün hareketleri tabii ol malı, bilhassa öğrencinin dikkatini anlattığı şeyden çevirecek bir şekil almasından korkulmalıdır. Buna öğretmenin oturmasının, kalkmasının, dolaşmasının, bir tarafıyla oynamasının, mesela burnunu silmesinin bile tesiri vardır.

Yazdır

Yazar hakkında

admin

Yorum yap