Tren o istasyonda bir dakika duruyordu. Gelirken gece geçmiştik; bu sefer ikindiden epey sonraydı.
Frenlerin gıcırtısı kesilmeden pencereyi açtım: ilerideki vagonlardan birisine heybeli ve sepetli bir köylü bindi. Onun hayatını ve geldiği yeri bilmek isterdim. Köy, birkaç kilometre ilerideki tepenin ardında olmalıydı. Bu, şu berbat yolun orada kayboluşundan belli…
Lokomotifin yanında duran lâcivert elbiseli memur, su buharları içinde, rüyada gibi görünüyordu. İstasyonda ne başka bir insan, ne de bir eşya vardı. Görünürlerde ağaç da yoktu. Şu, karşımdaki çamlar müstesna. Saydım; tam 26 tane idiler: ince, fakat çok yüksek ve koyu yeşil renkli tam yirmi altı çam ağacı… Dalları tâ yukarıdan başlıyor ve böylece kümenin altında ferah, sakin ve rüyalı bir kıt’a meydana geliyordu.
Bir yaz ikindisi orada oturmak, uzakları ve uzaktakileri düşünmek hoş olmalıydı.
Düdük öttü. İleride, katar şefine selâm duran istasyon memuru, lokomotifin büsbütün salıverdiği su buharları içinde büsbütün hayalleşti. Tren ağır ağır yürüdü. Çamlar geriye doğru kaydı. Tek katlı, uzun istasyon binası bize doğru ilerledi:
Evvelâ, açık duran bir kapı; içeride masa, manipleler, şeritler; bir soba… Sonra, ince ve mor tel örgülü bir pencere, bir pencere daha. Ve., sen…
Sen o pencerede idin:
Odana sızan donuk ikindi aydınlığında beliren yalnız sendin; yalnız senin saçların, güzel yüzün, omuzların… İşte o kadar. Geri taraf koyu kurşunî bir karanlığın sınırsız boşluğu içinde ve asırlarca ötede kaybolup gitmişti.
Sen de kayboldun.
Tren hızını artırıyor: İstasyon memurunun önünden, bir sitem bakışı gibi bir lâhzada geçtik.
Kocan odur değil mi?
Odandaki her şey koyu kurşunî bir karanlığın sınırsız boşluğu içinde ve asırlarca ötede kaybolup gitmişti.
Bu, her akşam böyledir değil mi?… Sabah ne ise… Öğleleri ne ise… Fakat bu ikindi sonraları.
Hüzün tatlı ve dost bir duygudur; ama tren bırakmaz ki… Şu, her akşam bu saatte gelen ve bir dakika durduktan sonra; deli gibi sevilen, fakat sevmeyen bir erkek gibi; vahşî, kaba ve kayıtsız; lâkin vahşeti, kabalığı, kayıtsızlığı arttıkça daha çok sevilen, bırakıp gittikçe daha çok bağlayan bir erkek gibi çekip giden tren. Bu tatlı ve dost duyguyu bırakmaz ki…
Bir ara gözlerimiz karşılaştı, değil mi? Ve sen benimle beraber kilometreler, kilometreler aştın; saçların omuzlarıma yayıldı ve benden, dinlemek istediğin, gelinlik çağında hasretiyle sarsıldığın sözleri işittin; söylemek için yanıp tutuştuğun fakat söyleyemediğin, asla söyleyemeyeceğin şeyleri bana mırıldandın. Yalan mı?
Tren bir masal boşluğu içinde uçup gidiyor ve artık dışarıda her şey birbirine benziyor: Namaz vakti…
Sen namaza durdun mu?.. Kimin için, ne için dua edeceksin?.. Ah bunu bir bilsem.
Annen… Sağ mı?
Kasabanız uzakta mı? Sokağınız… ne hoştu… Hani, köşedeki evde oturan karayağız ilkokul öğretmeni… Sen onu istiyordun değil mi?… O da sana bir tuhaf bakardı. Bu bakışlar sana kendi arzuların kadar yakındı… Hani bir gece, geç vakit ona pencereden kıpkırmızı bir karanfil atmıştın… O, kahveden geliyordu ve sen uyumamış onu beklemiştin. Zaten, bu bir o gece için değildi ki… Sen o zaman daha ufacıktın… Ama kırmızının ne demek olduğunu pekâlâ biliyordun.
Babanın işleri hâlâ düzelmedi mi?… O dükkânda bir uğursuzluk var. Bu yüzden olanlar sana oldu; ilk kısmette.. pek ucuza satıldın.
Ah o karayağız öğretmen!…
Görücüler, söz alma, şerbet, kına gecesi… O günler pek de fena değildi: Herkes seninle ilgileniyor, her şey senin içinmiş gibi görünüyordu. Kumaşlar, eşyalar, altınlar ve… kelimeler!…
Ne uğultu idi o… Seni kendinden nasıl ayırmış, hatırasız, özleyişsiz, esefsiz bir hale getirmişti. Fakat sonra?… Sonra bir aylık izin bitti ve siz buraya geldiniz…
Hatıralar, özleyişler ve esefler!… Hele esefler!… Onların insafsız ısrarı ile sen, küçücük sen nasıl boğuştun? Odalar bomboştu, duvarlar çırılçıplak, manzara dilsizdi. Belki Allah’ı, rahim ve şefik Allah’ı da kasabada kalmış zannediyordun.
Ve kocan…
Onun saçlarına, bakışlarına, gülüşlerine nasıl alıştın?… Öpüşlerine nasıl alıştın?… Bu yirmi küsur yıllık adamı yeni bastan nasıl inşa ettin?…
Ve karayağız ilkokul öğretmenini nasıl unutun?.. Onun kravatını, yürüyüşünü, bakışını nasıl unuttun?…
Tren vahşî, gaddar ve serkeş naralarla uçuyor. Arzdan ayrılmak üzere gibi Serin cam ve karanlık.Kocanın evvelâ saati hoşuna gitmiş olmalı. Sonra, belki de, maniplenin başındaki hali… Veya kampana çalışı. Yoksa köylülerin onunla konuşurken aldıkları tavır mı?…
İhtimal ilk defa güzel bir şubat öğlesi oturdunuz o çamlıkların altında. Gökyüzü bulutsuzdu ve maviliği işte ancak, o kadar güzel olabilirdi. Sanki bu mavilik son değildi; ardında mutlaka, mutlaka bir şeyler olmalıydı, bir şey olmalıydı: Kopup gidenlerin ardından, omuz silkecek kuvveti veren bir şey olmalıydı.
Güneş aylardan sonra ilk defa ısıtıyordu. Toprakta ve ağaçlarda bir uyanma vardı ve kolayca seziliyordu.
Her şey, yeni bir mevsimin eşiğindeydi, her şey kendi payına düşeni bekliyordu. Bütün mazi bu geleceği, gelmesi ne olduğu bilinmeden beklenileni hazırlamak için var olmuştu ve artık çok uzaktaydı, çok uzakta ve beyhudeydi.
O sana annesinden, babasından, kardeşlerinden bahsetti… Yanılıyor muyum?… Hani en küçük kardeşi, çapkın yaramaz, neler yaparmış değil mi… Sonra ağabeysi, şu üsteğmen olanı «Yazın izin alabilirsek ona gideriz» demişti de¬ğil mi?…
O gün sen de ona sizinkilerden bahsetmiş olmalısın. Sonra ikindi serinliği basınca içeri girmişsinizdir. Kocan treni selametledik¬ten sonra, galiba hapşırarak dönmüştü. Soğuk algınlığı, kırgınlık gibi bir hal. Sen ona ıhlamur kaynattın.
Veya sen hastalandın: Ateşin yükseldi, sayıkladın, kendine geldikçe onu başucunda buldun. Elini alnına koyuyor, sana «nasılsın» diye soruyordu.
Sonra onun çoraplarını yamadın.
Ona, «iskarpinim pek fena oldu.» dedin.
Ve çocuk için bir takım bezler, eşyalar istedin. O erkek olmasını istiyordu… Sen de öyle. Kız oldu ama siz gene de onu sevdiniz.
Artık kış gecelen, kocan marşandizi beklerken, kız mışıl mışıl uyurken, büyücek bir istasyona, hattâ bir gara nakil imkânlarından bahsediyor, zamanına kaç ay kaldığını hesaplıyorsunuz. Hiç olmazsa ilkokulu olan bir yere şu eylülden önce taşınsanız. Bu da bir mesele. Kızı okutalım diyorsun. Fakat kocan bunu pek umursamıyor ve «kız değil mi?.» diyor olmalı. Ne bilsin o, karayağız ilkokul öğretmenini…
Karayağız ilkokul öğretmeni mi?… Yoksa onu sen de mi unuttun?… Öyle ya, sen nakil emrinin bu kadar gecikmesine ne bakıyorsun… Yıllar su gibi akı yor; o günler ne kadar geride kaldı. Artık o günlere ait olan her şey hayal meyal geliyor insana: Annen, baban, kasabanız, sokağınız, çocukluk arkadaşları ve… Yok canım sen de.
Tarık Buğra