Türk romanından batılılaşma sorunsalı dolayısıyla alafranga züppe tipinin önemli bir yer tuttuğunu ve çeşitli yazarların bu tipe ilgi duyduğunu gördük. Ama Tanzimat romanındaki Felâtun ve Bihruz beylerle, Peyami Safa ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1920’lerdeki romanlarında sergilenen alafranga züppeler arasında büyük fark vardır. Bu tipin geçirdiği evreleri izlemek için adı geçen yazarlarımızın yaptıklarına bir göz atmak, yeni alafranga tipin özelliklerini ve batılılaşmanın kazandığı yeni anlamı araştırmak ilginç bazı saptamalara yol açmaktadır.
Bu bakımdan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Şıpsevdi’si (1911) Ahmet Mithat ve Recaizade Ekrem ile Peyami Safa ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu arasında bir köprü sayılabilir, çünkü Meftun Bey eski züppe tipinin bir devamı olduğu kadar1920’lerdekilerin de ilk örneğidir. Şıpsevdi’yi incelerken Meftun’u Felâtun ve Bihruz’dan farklı bir züppe oluğunu görüşmüştük. Felâtun ve Bihruz alafrangalığı gösteriş olarak uygulayan ve bu yüzden servetlerini aptalca tüketen züppelerdi. Meftun’un ise tüketecek serveti yoktur, o çıkarı için türlü kurnazlıklar düşünen ve para konusunda dolaplar çeviren bir madrabazdır.
İşte bu Meftun iki bakımdan Felâtun ve Bihruz’dan ayrılır: a) Ahlak açısından; b) Ekomonik düzen karşısındaki tutumu ile. Felâtun ve Bihruz yerleşmiş ahlâk kurallarına karşı çıkan kişiler değilken, Meftun modern zihniyeti benimseyerek aşk, namus, hırsızlık gibi konularda yeni fikirler besler ve ahlaksızlığı çıkar için geçerli bir yol saymak için alafrangalığı bahane eder. Kız kardeşinin namusunu kirletmesi kendi planlarına uygun düştüğünden işine gelir. Daha sonra çevirdiği dolaplara alet edilebilmek için eniştesinin başka bir kadın tarafından baştan çıkarılmasını sağlar ve kadına âşık olup intihar eden kıskanç Mahir’in bu hareketini geri kafalılığına ve aptallığına verir. Meftuna göre insan sevdiği kadının başkasıyla ilişkisi olduğunu duyarsa boş vermeli. Meftun Batılılaşayım derken ahlâkça yozlaşmıştır. Ama onu Felâtun ve Bihruz çizgisinin dışına çıkaran daha çok ekonomik düzen karşısındaki tutumudur, çünkü ticaret dünyasında dönen dolapları, sömürü düzenini kavramıştır ve başkalarını aldatarak servete konmanın yollarını arar.
Giyim kuşama verdiği önemin yalnızca caka satmak için olduğunu sanmamalı; alafrangalığı, ticaret çevrelerinde iş yapabilmek için gerekli sayar. Türklerin yapabileceği işleri “neden Frenkler’in ellerine bırakalım da faydalansınlar” (s.252) diyerek kayınpederinden sermaye koparmak umudu ile dil dökerken şunları söyler:
Niçin olursa olsun şimdi bir insan bir “sosyete” (şirket) ve makama (büroya) gitse redingotunun hangi makastan çıktığına, yakalığın biçimine, boyunbağının şekil ve rengine bakıyorlar. İşte bu birkaç şey mahiyeti tayine miyar (ölçü) addolunuyor. (..) geçinmek için âlemin gidişine uymaktan başka çare yok. (1946 baskısı, s. 313) Şıpsevdi’de alafrangalık, ilk kez, para tüketiminin nedeni değil, para kazanmanın bir koşulu halini alıyor. Züppelerin ticaret burjuvazisiyle az çok özdeşleştirilmesi yolunda ilk adımdır bu. Meftun kişiliğinin bu yönleriyle eski züppelerden ayrılır ve 1920’lerdeki romanların züppelerine yolu açmış olur.
Peyami Safa ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1920’lerde yazdıkları romanlardaki alafranga züppe artık toplumda az rastlanan alay konusu bir adam değildir, Batılılaşmış bir zümredir.
Kurtuluş Savaşı yıllarında geçen Sözde Kızlar’da (gazetede tefrikası 1922) Şişli’nin alafranga çevresine örnek olarak sunulan roman kişileri, sefaret müsteşarı merhum Nafi Beyin ailesi ve dostlarıdır. Zamanlarını çay davetlerinde, “aniverserler”de, “partidöplezirler”de geçiren bu insanlar kutsal bir şey tanımazlar. Anadolu’daki savaşa karşı ilgisiz, yalnızca eğlenmek ve sevişmek için yaşarlar. Bu ailenin oğlu, alafranga züppenin en korkunç örneği, İstanbul’da Cerrahpaşa diye bir yer olduğunu bilmeyen, ama Viyana’nın bütün sokaklarını tanıyan Behiç, Felâtun ve Bihruz’a hiç benzemez. Yazar onu Mebrure’nin gözüyle şöyle anlatır bize:
Gazetelerde karikatürü yapılan asrî genç bu muydu? Hayır, gerçi kıyafet o kıyafet, tuvalet o tuvaletti, gerçi söz söyleyişi, yürüyüşü, bakışı, bütün halleri o hallerdi, fakat züppe ismi verilen gülünç Türk genci bu değildi; çünkü Behiç, ne yaptığını bilmeyen, budala, tecrübesiz bir insan olmak şöyle dursun, etrafında herkesin zaaflarını çok iyi anlamış, herkesi gülünç ve manasız görebilmiş, kendi arzularına göre yaşamanın sırrını keşfetmiş bir mahlûktu. Kendi aklına göre yaşamasını, iyi yaşamasını biliyor, harikulade zeki. Bu genç adam, bir karikatür, gülünç bir insan değil, belki şaşkın ve tehlikeli zekâsı ile korkunç ve zararlı bir mahlûktu.(s.72)
Anlatılan bu genç Tanzimat züppelerinden ne kadar farklı. O da halkına yabancılaşmış bir züppedir ama Tanzimat züppeleri gibi gülünç, beceriksiz bir taklitçi olmak şöyle dursun zeki ve sevimli, ama bencil ve ahlâksız karakteriyle, gayrimeşru çocuğunu boğup gömecek kadar acımasız, tehlikeli bir adamdır.
Peyami Safa da Ahmet Mithat gibi alafranga züppenin karşısına olumlu bir tip koyar: Fahri. Behiç, Felâtun’a ne kadar benzerse, Fahri de Rakım’a o kadar benzer. Rakım’ın hesaplılığı ve ölçülülüğü yerine Fahri’de duygusallık hâkimdir. Para işlerinden habersiz, utangaç, yurtsever, temiz ve fakir bir Türk gencidir. Fahrinin bir özelliği de İslami değerlere bağlılığıdır.
Mahşer’de (1924) yozlaşmış zümrenin başka bir yönüne parmak basılır. Bunlar hem ahlâkça çürümüşlerdir hem de milleti sülük gibi emip sömüren vurgunculardır. İş adamı ve tüccar Mahir Bey ile milletvekili Alâeddin Bey (Muazzez’in peşinde olan kötü adam) “el ele vermişler levazımın ambarını iki büyük fare gibi” yutmakta, yolsuzluklarla büyük paralar vurmaktadırlar. Tüccarla bürokratın işbirliğine dayanan bu işlerde Almanların da yer aldığı olur. Mahir Bey işlerini yürütmek için güzel karısını ona buna peşkeş çekmekte sakınca görmez, çünkü “iş ve para adamıdır” o. Tek değildir elbet, “yaz mevsimini Büyükada’da, kışı Beyoğlu’nda ve geceleri (Sirkal Doryan) da geçiren bu vurguncu sınıf için Nihat’a şunları söyletir yazar:
Vatanları yok, vicdanları yok, Allah’a da, güzelliğe de fazilete de inanmıyorlar… Çanakkale’de gözlerimin önünde kafaları futbol topu gibi koparak havaya fırlayan Türk gençleri bunlar için mi can verdiler? Tevekkeli değil, ordu, ahali açlıktan, hastalıktan kırılıyor. İki milyon kilometre murabba arazinin mahsullerini İstanbul’da üç beş yüz kişi yiyor.. Biz mebus Alâeddin Bey için mi harp ettik (s. 97- 98).
İttihat ve Terakki, dayanabileceği bir taban oluşturmak için bir milli burjuvazi yaratmaya kalkıştıktan sonradır ki ticaret alanında Türkler daha fazla faaliyet göstermeye başlamışlardı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, İttihat ve Terakki hükümeti, güttüğü bu politika gereği, özellikle orduyla ilgili birçok taahhüt işlerini Türklere vermek suretiyle burjuva bir zümreyi devlet eliyle zengin etmiş oldu. Fakat savaş sırasında vurgunculukla, karaborsacılıkla el ele giden bu ticaret, üzerine, halkın ve aydın yazarların nefretini çeken, saray çevresinin eski paşalarından farklı, bir savaş zengini zümresi yarattı. Batılılaşmanın zamanla çok daha yaygınlaştığı 20. yüzyılın başlarında apartmanlarda Avrupa tarzı bir yaşam sürdüren bu zümre Türk-İslam geleneklerinden tümüyle uzaklaşmış, köklerinden kopmuş bir zümreydi. İşte Peyami Safa ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun nefretle yerdikleri bu yeni tip alafranga, para için her şeyi yapabilen vurguncu veya işbirlikçi adamdır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Kiralık Konak’ındaki Seniha’dan, Müslümanlıktan ve Türklükten nefret eden babası Servet Beyden, Çanakkale Savaşı sırasında yükünü tutan tüccarlardan burada tekrar söz edecek değilim.
Sodom ve Gomore’de anlatılan mütareke döneminin İstanbul’unda ise Batı hayranı Türkler, kadını ve erkeğiyle alafranga züppe tipinin vardığı son aşamayı sergilerler. Türk kızları ve kadınları düşman subaylarıyla aşk serüvenleri yaşamak için çırpınırlarken, çıkarlarını emperyalist İtilaf Devletlerinin zaferine bağlamış erkekler de her tür rezilliğe hazırdırlar. İçlerinde eşcinsel İngiliz subaylarıyla yatıp kalkan ve onların himayesinde kumarhane işleterek para yapanlar mı ararsınız (Felâtun ise parasını hileli kumarda yiyordu); bir İngiliz subayına pezevenklik edenini mi ararsınız hepsi var bu toplumda.
Yazar bütün toplumun iğrençliğini yansıtmak için panoramik bir roman biçimi kullanır. Kiralık Konak’da olduğu gibi bu yapıtta da bir Türk kızı (Leylâ) romanın kadın kahramanıdır. İngiliz terbiye ve kültürü ile yetişmiş, züppe, şımarık, bilinçsiz bir kızdır Leyla. İngiliz subayı Jackson Read ile gezip tozar ve bu ilişkisi yüzünden dile düşmekle övünür.
Kiralık Konak’taki Servet Bey’i andıran babası, çıkarına uygun bulduğu için bu Jackson Read’i evinin gediklisi haline sokan, her işi yabancılarla olan “Düyunu Umumiye’nin eski yüksek memurlarından Sami Bey adında bir alafranga emekli tipi”dir. Yazar onu Tanzimatın sonucu olarak görür. “Sami Bey, Tanzimat devrinin meydana attığı o biçim alafranga Türklerdendir ki Türk’ten başka her milletin gücüne inanırlar ve Türkiye’ye ait meselelerin mutlaka başkaları tarafından halledilebileceği fikrindedirler”.
Kiralık Konak’taki Hakkı Celis’in yerini Sodom ve Gomore’de Necdet alır. Necdet’in yüreği Anadolu’da savaşanlarla çarpar ama Leylâ’ya tutkunluğu ve iradesizliği yüzünden kendini Leylâ’nın çevresinden kurtarıp bir türlü Anadolu’ya geçemez. Ancak romanın sonlarına doğru yurt sevgisi Necdet’in silkinip kendisine gelmesini sağlar ve Leylâ’nın büyüsü bu sevgi karşısında bozulur, yenik düşer. Bu romanda da, yazar, emperyalizme karşı savaşarak doğacak yeni bir ulusa bağlamıştır umudunu. Bilir ki İstanbul’daki bu çirkefi temizleyecek olanlar, emperyalist güçlere karşı kurtuluş savaşı verenlerdir. Bu “zafer Osmanlı saltanatının tarihine ait değildir. Anadolu’nun içinden yepyeni bir millet doğmuştur. Bu milletin, sarayının kafesleri arkasında titreyen aciz ve korku heyulasıyla, bu milletin, Babıâli denilen viranede uluyan yıllanmış baykuşlarla hiçbir ilgisi yoktur.” (s. 326).
Leylâ’nın çevresi içinde Anadolu’daki zaferi heyecan ve coşkuyla karşılayan tek kişidir Necdet. Öbürleri bu olaya dehşet ve korkuyla bakarlar, inanmak bile istemezler. Sami Bey İngilizlerin buna müsaade etmeyecekleri, yeni önlemler alacakları umudundadır. Sodom ve Gomore’de anlatılan Batı hayranı zümre, iğrençliğin son aşamasına varmıştır. Emperyalist devletlere göbeğinden bağlı bu Türkler, alafrangalığa heveslenen komik insanlar değil, ahlaksız savaş zenginleri de değil, düşmanla işbirliği yapan, Türk ordusunun zaferine öfkelenen vatan hainleridir.
Ancak Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Batı-Doğu sorunu karşısındaki tutumu Peyami Safa’nınkinden farklı. Sözünü ettiğimiz iki romanında da, sevdiği kadın yüzünden, yozlaşmış zümrenin bir parçası olma yolundaki genç erkek de sonunda seçimini yapar. Ama bu seçimde Doğu’nun manevi değerlerine, Türk-Osmanlı kültürüne ve geleneklerine yönelmez. Sevdiği kadına sırtını çevirirken yepyeni bir şeye gönül verdiği için yapar bunu. Seçim, güzel ama manen çürümüş bir kadınla yurt sevgisi arasındadır.
Karaosmanoğlu’nun kahramanları hep, bireyci, çıkarcı, yozlaşmış insanlar arasında ‘yalnız’ kişilerdir. Ancak kendilerini bir bütünün (ulusun) parçası olarak görebildikleri zaman aşk tutkularından ve kişisel mutsuzluklarından kurtulurlar.
1920’lerin romanında yazarın alafranga zümre karşısındaki tutumu da Tanzimat yazarlarınınkinden başka. Ahmet Mithat ve Recaizade Ekrem züppe tipini alaya alırken gerçek Batılıya ve Batı uygarlığına karşı saygılıdırlar. Batı’dan nefret yerine, şu ya da bu yönlerine hayranlıkları gözlemlenir. Oysa Birinci Dünya Savaşı, İstanbul’un işgali ve Kurtuluş Savaşı, sonraki yazarlarımızda milliyetçiliği bilemiş ve onları Batı hayranı zümreye karşı olduğu kadar Batı’nın kendisine karşı da kin ve nefretle doldurmuştur.
İlk züppelerle 1920’lerdekiler arasındaki farkı toparlayacak olursak, diyebiliriz ki, Felâtun ve Bihruz aptal, cahil ve gülünçtürler; sonrakiler okumuş, zeki ve tehlikeli. Birinciler alafrangalık uğruna servetlerini batıran mirasyedilerdir; ötekiler alafrangalığı servet yapma yolunda kullanırlar. Birinciler alay konusudurlar çünkü “olmak istedikleri” ile “oldukları” arasındaki farktan güldürü doğar; ikinciler ise gülünç değillerdir, çünkü olmak istedikleri gibi olmuşlardır. Bundan ötürü Ahmet Mithat, Recaizade Ekrem ve Hüseyin Rahmi Gürpınar’da anlatım yolu mizahtır ve kahramanlarına gülerek bakar, onlara acırlar. Peyami Safa ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nda mizah yerine acı bir yergi görürüz; yansıttıkları sömürücü, alafranga kokuşmuş zümreye tiksinti ve nefretle bakar, onlara değil savaşan, sömürülen millete acırlar. Bütün züppeler arasında ortak tek nokta Türkleri ve Türklerle ilgili her şeyi hor görmeleridir.
Başka bir deyişle Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı kapitalizmine kapılarını açtığı ve bir Türk ticaret burjuvazisinden yoksun olduğu günlere ait ilk züppe tipi etkin bir ekonomik işlev yüklenmez; tüketim ekonomisinin akıntısına kapılmış komik bir budala olarak, israf ve borç politikasıyla çıkar karşımıza. 1920’lerin romanlarında ise, İttihat ve Terakkinin bir Türk burjuvazisi yaratma çabalarıyla yeşeren ve Birinci Dünya Savaşında savaş zengini olan vurguncu bir alafranga zümre buluruz. Savaş sonunda İttihat ve Terakki hükümeti dağılıp gidince, çıkarını, bu kere, emperyalist İtilaf Devletlerinin işbirlikçisi olmakta gören bu zümrede, Batı hayranlığı nihayet vatan hainliğine dönüşür.
Böylece, budala ve zavallı Felâtunlar ile Bihruzlar elli yıl içinde, ahlaksızlık, dolandırıcılık, vurgunculuk aşamalarından geçerek işbirlikçi vatan hainliğine dek vardırırlar işi.
Mini sözlük:
parti döplezir: eğlence partisi.
aniverser: doğum günü
levazım: Gerekli araç ve gereçleri sağlayan büro.
Tevekkeli: (zarf) Boşuna, boş yere, sebepsiz olarak.