Agapi Yayınları- 2015- 396 sayfa
Türk filmi tadında , Amerikanvari aksilik, Türkvari samimiyet arıyorsanız yönünüzü Aşk Nerede’ye çeviriniz.
Öncelikle yazar ile aynı sitede olmaktan büyük onur duyduğumu belirtmek isterim. Aslında sırf yazı dilini merak ettiğim için “Aşk Nerede?”yi okumaya başlamıştım. Hatta okumaya başlar başlamaz da yanlı olacağımı düşündüm. Ancak sayfaları çevirdikçe yazarın iç dünyasına tanıklık ettikçe ön yargım da eridi gitti içimde. Bu da olsa olsa yazarın samimi üslubundandır diyerek frenledim kendimi. Yazarın şeker tadındaki tatlı diliyle akıcı üslubu harikulade bir bütünlük oluşturmuş. Yeni tanınan bazı yazarlardaki gibi kitabın konusu havada kalmamış. Gayet matematiksel işlemler ile bir bir düzen içine yerleştirilmiş kitabın içine karakterler. Yazar akılcı, yön verici, taraf tutucu bir durumda bulmasını istiyor okuyanın kendini. Zaten okumaya başlar başlamaz da nispeten tarafınız belli oluyor. Tabii ki Hande.
Hande, yıllarca patronuna platonik bir aşk besleyen, kreatif şirketi batmak üzereyken bile patronu Kubilay’ı bir türlü yalnız bırakamayan vefalı Türk kızı. Aslında patronunun ona sürprizi olduğunu söylemesi ile başlıyor her şey. Sürpriz mi ölüm fermanı mı belli değil. Düşünsenize yıllarca yanında, yakınında, yamacında durduğunuz sizi fark etmesi için elinizden geleni yaptığınız ama bir türlü aşkınızı itiraf edemediğiniz adam, gidiyor sekreteri ile nişanlandığını sürpriz diye size kakalıyor hem de tüm çalışanların olduğu bir toplantıda. Aman Allah’ım, zavallı Hande!. Gariban Hande’nin payına ne düşüyor, Ankara’ya terfi. Neylesin terfiyi Hande, ona aşk lazım. Velhasılıkelam Hande aşkını kalbinin derinliklerine saklayıp terfi haberine dair bir tebessüm konduruveriyor toplantı masasının üzerine, ne yapsın el mahkum. Tabii toplantıdaki diğer haber ise, tatil için Hande’nin Paris fikrine karşılık sekreter Serpil’in İsviçre teklifi. Tabii ki patronun müstakbel eş adayı Serpil olduğu için Hande’nin fikirler çöpe.
Birkaç gün sonra tüm şirket uçağa binmek üzereyken Cansu’nun (Hande’nin yardımcısı) telefonu çalıyor. Arayan Hande. Ve o an Hande öğreniyor ki meğer Serpil, sadece ama sadece ona haber vermeden uçak biletlerinin saatini değiştirmiş. Garip. Demek ki Serpil anlamış her şeyi. Ve anlaşılıyor ki kıskanmıştı Hande’yi ve onu bir tehdit olarak görüyordu. E böylece Hande tatile gelmezse tehlike de ortadan kalkıyordu.
Tabi bu durumda Hande, Serpil’e pabuç bırakacak bir tip değildir. Hemen arkalarından o da uçakla İsviçre’ye gidiyor. Uçaktan iner inmez Cansu’yu arıyor ve telefon kapalı. Neyse ki zeki(!) Cansu gittikleri yerin güzergahını mesaj bırakıyor. Ama öyle bir tarif veriyor ki başta söyleyeceği otelin adını sadece söylememiş, onun dışında abuk sabuk ayrıntıyı vermeyi asla unutmamış.
Aksilik bu ya telefonun şarjı az kalan Hande mesajı tam olarak dinlemiyor. Zaten bunu okuyunca “Hıh işte başına bir şey gelecek ya hadi hayırlısı.”diyorsunuz hatta içinizden değil düpedüz dışınızdan.
Hande’nin gelen sesli mesajı tam dinlememesinden doğan yanlışlıkla hayat ona başka kapılar açıyor. Tabii her zaman o kapılar olumlu bir yola da çıkmayabiliyor. Mesela Hande’nin isim benzerliği ile yanlış otele gitmesi gibi. Nice zorluklarla yanlış da olsa bir otele varmayı başarabiliyor. Otel neyse ki Hande’nin beklediğinden de sakin çıkıyor adeta bir huzurevi, buranın huzurevinden tek farkı huzuru bulacak kimsenin olmaması. Daha nasıl anlatayım yalnızlığı size bilemiyorum. Otelde bir insana dair iz arayan Hande, soğuk nevale Eric ile karşılaşıyor. Ardından da Eric’in anne ve babasıyla. Otelin hikayesini onlardan bir güzel dinliyor. O yaşlı insanları kırmamak hem de platonik aşkından bir nebze de olsa uzak durabilmek için ıssız dağ otelinde bir süre kalmak istiyor. Ki zaten gitmek istese nasıl gideceğine dair en ufak bir fikri yok da işte her saniye kuyruğu dik tutma derdinde Hande. Otelde günler huzur içinde geçerken yabani Eric’le de aradaki buzlar yavaş yavaş çözülmeye başlıyor. Tabii tam olarak kendini belli etmiyor Eric. Yaşamına dair hiçbir izin peşine düşürtmüyor. Otele ziyarete gelen eski bir ahbaptan dinliyor aslında gerçek Eric kim. Eric’in Jack diye bir yakın arkadaşının olduğunu ve en büyük aşkı Susan’ı ondan çaldığını öğreniyor. İşte gerçekleri öğrenince Eric’in neden yabani olduğunu da çözmüş oluyor Hande. Gerçi ona dair bir şeyler öğrense de ne değişecek o da belli değil de işte.
Ama herkes bilir ki en büyük aşklar kavga ile başlar, yani öyle denir. Eric ile Hande’nin aşkı da büyük kavgalar, anlamsız sürtüşmeler, garip laf dalaşları ile şekilleniyor. Öğrendikleri ile Eric’in davranışlarını bağdaştıran Hande gitgide ona dair garip hislere kapılıyor. Aralarında geçen her konuşmada siz de elektriklenmeyi hissediyorsunuz. E artık Hande’nin yüreğinde Kubilay’ın esamesi bile okunmuyor. Eric de Hande’ye karşı boş değil. Karşılıklı hislere sahipler; ancak geçmişlerindeki kırık dökük aşk hikayeleri yüzünden birbirlerine bir adım geride duruyorlar.
Ama aşk bu ya, e tabi bir de ateşle barut yan yana gelmez düşüncesi de var. Dolayısıyla her ne kadar çarpışsalar da aşkın eteğinden bir türlü düşemiyorlar. Aşk bir kez kapılarını çalmış, eee kapıyı açmamak olmaz. Her aşkın sonu nereye bağlanır bilmeyen yoktur elbet. Ama ben yine de bilmeyenler için söyleyeyim tabii ki evlilik. Paramparça olmuş iki kalp. Onarılmayı bekleyen zihinler. Kavuşmayı bekleyen bedenler. Bu roman hem bir imkansız aşkı anlatıyor, hem de yaralı yüreklerin aşkla buluşmasını. Her şey sizin nereden baktığınıza bağlı. Peki aşk nerede? Aşk sizin baktığınız yerde.
Sevgili Ayşe bunu nasıl başardı bilemiyorum; ancak okurken resmen buradalarmış gibi hissediyorsunuz. Hatta şunu da söyleyeyim İsviçre’ye dair ufacık ayrıntılar vermesine rağmen orayı tanıyor, hakkında fikir sahibi oluyor orada yaşıyor hissine kapılıyorsunuz. Adeta otelde yaşıyor her an kapınızı biri çalacakmış duygusunu yaşıyorsunuz. Dilinin sadeliği ile beni romana bağlayan sevgili Ayşe iyi ki rastlamışım diyeceğiniz biri olmaya en üst sıradan aday.