Hikaye Örnekleri

Bir Skandal-Sabahattin Ali

BİR SKANDAL

I

Muallim olarak geldiğim şehir Orta Anadolu’nun bozkırlarında bir cilt yarası gibi intizamsız, karışık ve kirli uzanıyor, yayılıyordu.

Sıtma benizli kerpiç evlerden, yapraksız dallarını iri örümcek ayakları gibi geren ağaçlardan ve nasıl dolaşıp hareket ettiklerine hayrette kaldığım, hayatla alakası olmayan insanlardan başka bu şehrin hususiyetleri yoktu.

Şehre bir türlü ısınamadım, çünkü ısınmak niyetinde değildim: İçimde gizli bir hiddetle buraya gelmiştim, sebebi basit:

Şiddetle aşıktım ve bana aşık olmayı aklından bile geçirmeyen sevgilimi İstanbul’da bırakmıştım.

Yakıcı, kavurucu bir aşktı bu; beni deliye çeviren, geceleri sabahlara kadar sokaklarda dolaştıran bir aşk. Fakat onu bu hale sokan biraz da bendim. Aşkla tehlikeli bir oyuncak gibi oynamak istiyordum… Lise ve üniversitedeki deliliklerimin bu en delicesi idi… Zavallı kızcağız benimle ahbap olmak istemişti. Halbuki daha iki kere konuşmadan ben kendisine abayı yakmış ve herkese ilan etmiştim. Kız neye uğradığını bilemedi, şaşırdı. Ben ona herkesin karşısında aşkımı ilan ettim. Yolda kendisini gördüğüm zaman koltuğumun altından kitaplarımı düşürdüm ve fenalık geçirir gibi duvarlara yaslandım. Adım adım onu takip ettim ve baygın baygın yüzüne baktım, hulasa beni sevmemesi için ne icap ettiyse yaptım. Ve kızın artık hakikaten bu münasebetsizliklerden sıkıldığını, benden sinirlendiğini anladığım gün ona sahiden aşık olduğumun da farkına vardım. İşte geceleri sokakları dolaşmak, eşi dostu kandırıp içerek, onlara dert yanmak gibi şiddetli aşk tezahürleri bundan sonra başladı. Ne çare, artık iş işten geçmiş, kızı ciddiyetime inandırmak imkansız olmuştu.

Bazı gün evinin etrafında dolaşıp komşuların dikkatini, daima pencere kenarında oturan kötürüm halasının hiddetini, kendisinin de nefret ve asabiyetini üstüme çekiyor; bazı gün onun ismini ağızlarına alan bir sürü arkadaşla dövüşerek yüzümü gözümü mosmor ediyor, bazı gün de bir kahve köşesine çekilerek aruz vezni ile aşıkane şiirler yazıyordum.

Sevgilime değil, aşka, beni sarsan, serseri yapan, vukuat çıkartan bir aşka aşıktım. İçimde boş durmayı hiç istemeyen; mütemadiyen kımıldayan bir şeytan vardı ve bu şeytan, eskiden beri, iş bulamadığı ve beni mektepten attıracak veya karakolda geceletecek bir vakaya sevk edemediği zamanlar hiç olmazsa birisine aşık ederdi… Ama kime olursa olsun…

Deli gibi yaşıyordum o zamanlar… Ve başka türlü yaşamak aklıma gelmiyordu. Etrafımdakileri hayrete düşüren bir zekanın imtiyazlarından istifade etmekten başka bir şey istemiyordum.

Belli başlı fikirlerim de yoktu.

En büyük zevklerimden biri, mütefekkir geçinen birçok adamları, saçmalığını kendimin de bildiğim fikirlerle susturmaktı. Onlar bu doğru görünen, fakat manasızlığını aklıselimin derhal anlaması mümkün olan lakırdı kalabalığı karşısında hayret ve takdirle ağızlarını açarken ben deli bir kahkaha sağanağını zor zapt eder, biraz evvelkinin tamamen zıddı yeni birtakım mütalaalar beyanına başlardım. Bunlar bana zekanın en tabii hakları gibi geliyordu. Kendi kendime:

-Budalalarla alay etmeyecek olduktan sonra niçin zeki oldum?- diyordum. Ve etrafımdaki insanlar arasında bir parçacık olsun budala olmayanlar nadirdi. Aklıma eseni yapıyordum, çünkü etrafım her yaptığımı hoş görmüş, beni hareketlerime gem vurmamaya alıştırmıştı. Başkaları için ayıp olan şeyler bende affediliyordu. Gerçi hareketlerimin iyi veya fena olanlarını ayırmakta güçlük çekmiyordum, fakat etrafımın bana verdiği bu fazla nefis itimadı en kötü vaziyetlerden bile kurtulmamın kabil olduğuna beni inandırmıştı.

Hiç düşünmeden yaşıyor, her şeyi kaprislerime bırakıyor ve bol bol aşık oluyordum; hem de deli gibi aşık… En ilerlemiş vaziyetlerde bile derhal toplanacağımdan emindim ve kalbim aklımın itaatli bir uşağı idi. Eğer istediği gibi at oynatıyorsa bu kafamın bu işte bir mahzur görmeyerek bunlara müsaade etmesiyle oluyordu.

Zekanın bazan kendisinde söz söylemek iktidarı görmeyerek susabileceğinden ve dünyanın en kuvvetli adamının bile bazan eli ayağı bağlanmış gibi acze düşebileceğinden habersizdim. İrademizin ve dimağımızın karışamadığı meçhul kuvvetlere dair; içimizdeki namütenahi gizli yanardağlara dair bir fikrim bile yoktu. Etrafımda yalnız aciz ve hamakat (ahmak) gördüğüm için kendimi olduğumdan çok kuvvetli sanıyordum. Budalalar beni haddinden fazla şımartmışlardı.

II

Bu şehre geldiğim zaman işte vaziyetim bu merkezde idi.

İlk olarak şehrin münevver sınıfı ile temasa geldim; ama ne temas, ne münevver sınıf!

Bir gece, galiba geldiğimin ikinci gecesi idi, bizim mektebin muallimlerinden biriyle kulüp kılıklı bir yere gittik. Beş on kişi toplanmış, güya radyo dinliyorlardı. Ben girdiğim zaman hararetli bir münakaşa vardı; biraz dinleyince alaturka-alafranga musiki münakaşası olduğunu anladım. İşin tuhafı, bu münakaşa bizde mutat olduğu üzere:  “Alafranga bizim ruhumuza uygun değildir, kuru gürültüdür!” veya “Hayır, alaturka basittir, monotondur, ruhları uyuşturur.”  gibi, meşhur musikişinaslarımızın makalelerinden alınma cümlelerle değil, gayet orijinal bir tarzda cereyan ediyordu: Münakaşacılardan biri ötekinin  Anadolu’nun bir köşesinde bulunan memleketini zikrederek orada alafranga musikiyi öğrenmek ve anlamak değil, duymak bile mümkün olmadığını söylüyor, diğeri ise çocukluğundan beri alafranga ile kulağı dolu olduğunu, memleketindeki bir komşularının mükemmel bir gramofonu bulunduğunu ve daha yedi yaşında iken “Tuna Dalgaları”nı ıslıkla çalacak kadar ruhunun alafrangaya ısındığını ileri sürüyordu. Bizdeki gibi beş on kişiyi değil, milyonlarca adamı iki dakikada ağlatmak veya güldürmek ve neşelendirmek iktidarında olan bir musikinin hararetle müdafaasını yapıyor, büyük bestekarlardan ve onların hayatlarından, pek de münasebeti olmayarak misaller getiriyordu. Yalnız bu sırada bazı sinema artisti isimlerini musikişinas isimleri diye yutturduğu nazarı dikkatime çarptı. Sinema gibi pek de ciddi olmayan bahislerdeki cahilliklerinden istifade ederek karşısındakileri mağlup etmeye çalışan bu genç sinirime dokundu ve hemen söze karıştım:

-Aman birader, bu isimde bir artist vardır, ama bestekar var mı bilmiyorum!

Öteki hiç tereddüt etmeden cevap verdi:

“Şey canım, yanlış söyledim, şey diyecektim…”

Bu sefer de İstanbul’a gelen Macar takımı kalecisinin ismini attı, ben de bu delikanlının musikide değilse bile sinema ve spor hususunda epeyce malumatlı olduğunu tespit ettim.

Bana fikrim sorulduğu zaman, “Vallahi pek aklım ermez!”  diyerek sustum.

Bahis biraz sonra daha ciddi meselelere, siyasiyata intikal etti:

“Buhran fena, halimiz ne olacak bilmem!”

“Ah bir harp çıksa!”

“Deli misin be!”

“Neden? Biz harbe karışmayız. Umumi harpte tecrübesini gördük… Bu sefer bitaraf kaldık mı, sat harp eden milletlere yumurtayı, sat tavuğu, sat buğdayı, bak buhran filan kalıyor mu?”

Hakikaten ben bu usulü düşünmemiştim; yalnız pek az bir zaman sonra daimi encümen azasından biri bu sene kuraklık yüzünden mahsul olmadığını ve hariçten buğday ithal edilmesi lazım geldiğini söyledi. Bu fikri biraz evvel musip mütalaa (doğru, isabetli düşünce) ile bir türlü telif edemedim.

Bir mühendis uzun müddet edebiyattan, bir doktor bahçesinde yetiştirdiği çiçeklerden bahsetti ve bir lise muallimi belediyenin yeni yaptırdığı şehir planını tenkit etti. Nihayet bu ciddi bahislerden yorulan münevverler sözü havaiyata döktüler; ben de bu “havaiyat” bahsi esnasında, bir ilk mektep hocasının karısından boşanma davası açtığını, eczacı Nahit Bey’in bir eğlencede fena halde dayak yediğini, bazı mektep talebesinin kötü şöhretli bir kahveye devam ettiklerini ve oldukça büyük memurlardan birinin dün akşam bütün maaşını pokere verdiği için iki gecedir evine gidemediğini öğrendim. Bu laflar da bittikten sonra birkaç kişi gerine gerine esnedi ve herkes yavaş yavaş şapkasını, bastonunu alarak evine dağıldı.

Yaman şeydi bu bizim memleketin münevverleri vesselam…

III

Bazı aileler kendi aralarında toplanarak gece eğlentileri yapıyorlardı.

Bu toplantılarda tombala oynanıyor, dedikodu yapılıyor, bazan da ufak poker partileri çevriliyordu. Şehrin yüksek sosyetesine mensup kimselerin devam ettiği bu meclislere ben de bir vesile ile girmek imkanını buldum: Çünkü, bir bekarın böyle aile kadınlarının bulunduğu bir meclise girebilmesi, mebus intihap edilmesinden daha güçtü.

Bu muhit, şehrin bu en güzide muhiti fikri hayat itibarıyla merhamete şayandı. Bilhassa o kadınların cehaleti, küstahlığı ve benlik davası. Ve bilhassa o erkeklerin basitliği…

Bundan evvelki hayatımda sergüzeşt ve maceralarımdan başka bir şey düşünmediğim ve kendi hayatımdan başkasını görmediğim için bizim içtimai hayatımızın pek aşinası değildim. Burada iş güç olmadığı için etrafıma dikkat ettim ve dehşet içinde kaldım.

Erkekler belki mühendis, belki doktor, belki avukat veya muallim olmuşlardı, fakat bunu bir fikir ihtiyacı olarak değil, iyi karnını doyurmak, iyi giyinmek, güzel karı alabilmek için yapmışlardı. Yani dimağ gibi en asil bir uzuvlarını midelerine ve tenasül cihazlarına uşak olarak kullanıyorlardı. Yalnız ekmek parası düşünen ve asıl vazifelerini, tefekkür (düşünme) kabiliyetlerini tamamıyla unutarak basit birer makine haline giren bu kafalarda akıl, saf ve maddiyatın dışına çıkabilmiş akıl, artık lüzumsuz bir şeydi. Münevverlerimizde dimağların rolü körbağırsağınkinden daha fazla değildi.

Dünyaya, millete, devlete, vatana dair muayyen ve ezberlenmiş fikirleri vardı ve bunların suya sabuna dokunmamasına azami derecede dikkat ediliyordu. Bu vatanperverlerle ilk çatışmamız da böyle bir vesile ile oldu.

Yine bir aile toplantısında kadınlar bir kenara çekilmiş, fiskos ediyorlar ve erkekler şundan bundan konuşuyorlardı. Bir aralık söz, köylüye, köylünün dertlerine intikal etti; kuraklıktan, kıtlıktan bahsolundu ve gözü mebuslukta olan Vasaf Bey isminde muhteremce bir zat:

“Fakat ne de olsa, köylü bizim efendimizdir.” dedi.

Ben derhal lafa karıştım; geldim geleli hiç bu kabil münakaşalara girişmemiş olduğum için herkes sustu ve kulak verdi, ben sordum:

-Niçin?

Öteki, sualime hayret eder gibi yüzüme baktı:

-Niçin mi? Bizi besleyen, bizi ve memleketi doyuran odur da ondan!

-Yalnız bir şey söyleyeceğim: Efendi diye başkasını çalıştıran ve ona hükmünü geçirene derler; çalışıp çabalayıp en sonunda elindekini bir hiç mukabilinde verenlere değil…

Herkes şaşkın gibi yüzüme bakıyordu. Ben bir kere kendimi unutmuştum. Eski pervasızlığım, heyecanımla devam ediyordum:

-Rica ederim, biraz hakikatlere bakalım, mesela biz şehirliler de hükümete vergi veririz değil mi? Buna mukabil hiç olmazsa sokağımızda bozuk bir kaldırım, yollarda sönük bir lamba, evlerimizin ve şahsımızın selameti için mevcut olduğu söylenen bir zabıta vardır; çocuklarımızı hiç olmazsa boş gezmekten kurtaracak bir mektep buluyoruz. Fakat sorarım size: Köylü verdiğine mukabil ne alır? Yolunu kendi yapmaya mecburdur, sokakları zavallı talihinden daha karanlıktır ve mektep, yüz köyün birinde bile yoktur. Candarma oralara asayişten ziyade vergi tahsilini temin için gider. Kendimizi aldatmayalım, köylü mütemadiyen vermiş, buna mukabil hiçbir şey, kelimenin bütün manasıyla hiçbir şey almamıştır. Bunları itiraf etmek belki eğer bir parça vicdanımız varsa, yediğimiz bir lokma ekmeğin boğazımızda kalmasına sebep olacaktır ve ihtimal vicdanımızın sadasını duymamak için: -Köylü efendimizdir!- gibi cümleler güzel birer morfindir. Fakat hiçbir cümle hakikati değiştirmek iktidarında değildir.

Sustum, etrafımdakilerin yüzüne baktığım zaman şaşırdım, muhterem zat da dahil olduğu halde hepsinin çehresinde bir şaşkınlık, bir korku vardı.

Aynı zamanda bana kızgın nazarlarla bakıyorlardı. Kadınlar da lakırdılarını bırakıp etrafımıza gelmişlerdi, hiçbir şeyin farkında olmayarak onlar da umumi korkuya ve şaşkınlığa iştirak ediyorlar, bana kocaları gibi hiddetli hiddetli bakıyorlardı. Yalnız bu şişman, pudralı ve hususiyetsiz çehreler arasında bir genç kız gözüme çarptı. Temiz bir yüzü vardı ve çok güzeldi; o kadar ki, başka tarafa bakarsam göreceğim her şeyin bu çehrenin kafamdaki aksini bulandıracağını zannediyor, gözlerimi yüzünden ayıramıyordum. O da olan bitenden bir şey anlamış değildi, yalnız bana herkes gibi hiddetle bakmadığını gördüm. Bu genç kız nedense hiçbir şey anlamadan benimle beraberdi.

Herkesi bir soğukluk kapladı ve ben, beni buraya getiren arkadaşımla beraber çıktım. Bu arkadaş kendisini müşkül mevkide bıraktığım için bana fena içerlemiş, beni getirdiğine de, getireceğine de pişman olmuştu, çıkar çıkmaz:

-Gördün mü ettiğin haltı?- dedi.

-Ne olmuş?

-Daha ne olacak, sen bu küçük şehir hayatını bilmezsin; yarın rivayetleri seyret. Sözlerinin nasıl değiştiğine sen bile şaşacaksın.-

-Ne söyledim canım?

 -Açıktan açığa muhalefet yaptın ayol!

 -Allah Allah… Abdülhamit zamanında değiliz ya, tabii düşündüğüm ve doğru bulduğum şeyleri açıkça söyleyeceğim; söylediklerim yalan mıydı, sen ondan bahset.

-Yalan değil, değil ama…

– O halde kes lakırdıyı. Hem ben ne söyledim Allah aşkına? Köylüyü müdafaa etmedim mi? Yasak mı bu?

 O mırıldandı:

-Köylüyü müdafaanın filan ne lüzumu var efendim?

-Sus, böyle söyleme, köylü bizim efendimizdir!..

IV

Bir gün şehrin gezinti yeri makamında olan bir tepede otururken karşıdan beş altı kadından ibaret bir grup sökün etti. Yanımdan geçerken birisini gözüm ısırdı. Bunu muhakkak bir yerden tanıyacaktım. Sonra aklıma geldi: O münakaşa akşamı bana dost gözlerle bakan genç kızdı. Bu sefer de baktı. Öyle manalı filan bakmadı; fakat baktı ve ben nedense bu bakıştan lüzumundan fazla memnun oldum.

Derhal kendi kendime şu muhakemeleri yürütmeye başladım:

-Bu kızın bakışından memnun oldum ve heyecanlandım, bu muhakkak. Neden? Galiba Selmin’e benziyordu da ondan (Selmin, İstanbul’da bıraktığım sevgilimin ismi idi). Ama oğlum, kendini aldatma. Bu hanım kızın Selmin’e benzer tarafı yoktu…

-Şu halde ne olabilir? Âşık değilim, buna imkan yok. Çünkü ben daima ilk görüşte âşık olurum. Halbuki iki gün evvel gördüğüm bu kızı neredeyse bugün tanıyamayacaktım. Demek ki âşık olmak şöyle dursun, çehresini hafızamda güç zapt etmiştim…

-İyi ama, neydi o deminki heyecan? Bak, hala kalbim çarpıyor… İnsan anlaşılmaz mahluk vesselam… Adaaam sen de!..

Ve başka şeyler düşünmeye başladım.

Uzun müddet tek başıma dolaştım. Ortalık kararınca evin yolunu tuttum. Deminki genç kız yine aklıma geldi:

-Ne tuhaf yüzü var! İnsana garip bir çekingenlik veriyor. Güzel kadınlara karşı şimdiye kadar duyduğum şeyleri bu kızcağıza karşı duymadım. Mesela ben güzel bir kadın gördüğüm zaman muhakkak en evvel öpmek arzusu duyarım: Kucaklamak, öpmek ve sonra… bırakmak. Şimdiye kadar kadınlara karşı olan hissiyatımda daima biraz da istihfaf ve hakimiyet karışıktı. İlk defa bu çok güzel kızı öpmek arzusu duymuyorum. İlk defa olarak bu genç kıza karşı içimde hürmete benzeyen şeyler beliriyor. Galiba Anadolu, insanı romantik yapıyor da ondan… Gülünç şey…

Tekrar başka şeyler düşünmeye başladım: Taaa yatıncaya kadar. Yatakta hiç farkında olmayarak yine aklıma geldi. Kendi kendime güldüm. Fakat hayalimdeki çehreyi çıkarıp atmak cesaretini kendimde bulamadım. Daha doğrusu bunu istemedim.

Bu kızı düşünmek bana tuhaf bir zevk vermeye başlamıştı. Düşüncelerimde devam ettim:

-Evet, bu kız şimdiye kadar duymadığım birtakım hislerin bende uyanmasına sebep oldu.

-Bunların aşk olmasına ihtimal yok. Çünkü kendisine malik olmak arzusunda değilim. O hâlde bu bilmediğim hislerin manası nedir? Kendisini gözümün önüne getirince yalnız bu güzel çehre ile karşı karşıya oturmak, onu uzun uzun seyretmek istiyorum. O zaman adeta bir yorgunluktan dinleniyormuş gibi olacağım. Hatta şimdi bunları düşünmek bile bana tatlı bir sükunet hissi veriyor: Aşık olduğum zaman duyduğum ıstıraplı ve yakıcı heyecanlara hiç benzemeyen bir sükunet hissi. Fakat bu kızın benim üzerimde yaptığı bu tesir nedir? Kendisini on dakika bile devamlı görmediğim hâlde bütün gün onu düşündüm!..

Bir türlü uyuyamıyordum. Dimağım şimdiye kadar bende tesadüf etmediği bu acayip hislerin menşeini bulmadan rahat etmek niyetinde değildi.

Birdenbire, hiç farkında olmadan dudaklarımın arasından şu sözler döküldü:

-Ah, böyle bir kardeşim olsa!

Derhal doğruldum. İçimde büyük bir hafiflik vardı, ancak çok tatlı ve güzel rüyalarda görülen bir hafiflik. Kendi kendime tekrar ettim:

-Ah, böyle bir kardeşim olsa!

İnsan kendini ne kolay aldatıyor. Kafam hemen rehavetle yastıklara doğru kaydı. Güzel ve şefkatli bir hemşirenin kollarındaymış gibi tatlı bir uykuya daldım.

V

Bu şehir, bu şehrin insanları sahiden canımı sıkmaya başladı. Açık saçık iki laf söylemeye imkan yok, derhal çehreler değişiyor ve birisi kulağıma eğilerek:

-“Bırak bu lafları Allah aşkına, ortalığı düzeltmek sana mı kaldı?” diyor.

Ortalığı düzeltmek bana kalmadı ama, memleket ahvaliyle alakadar olmaktan bu kadar sersemce bir çekingenlikle kaçan bu adamlar artık bende nefret uyandırmaya başladı. Bilhassa: -Hakkın var, var ama, bunları söylemenin sırası değil!- diye beni candan ikaz etmek isteyenlere müthiş sinirleniyorum. Fikirlerime itiraz etse, nihayet düşündüğünü söylüyordur ve fikirler bir dereceye kadar hürmete layıktır.

Fakat bana: “Doğru düşünüyorsun ama, bunları söyleme!” diyen adam, adeta namussuzluk tavsiye ediyor demektir ve bu sersemler bunun farkında değil. Başkalarının malına, canına, karısına hürmet etmeyi bilen bu adamlar -tabii yalnız sözde- bunların hepsinden daha kuvvetli ve mühim olan fikirlere, kanaatlere hürmet etmeyi bilmiyorlar. Bunu lüzumsuz, manasız buluyorlar. Hatta birçokları için bir fikir ve kanaat sahibi olmak yalnız lüzumsuz ve manasız değil, aynı zamanda tehlikeli ve ayıp bir şey, muayyen fikirleri olan, yani kendisine düşünmek için bir kafa verilmiş olduğunu unutmayan bir adama cemiyetin sükunetine bomba koymaya gelmiş bir anarşist nazarıyla bakıyorlar.

Kendileriyle daha fazla temas beni sıkmaya, sinirlendirmeye başladığı için yavaş yavaş kendimi çektim. Şimdi bütün şehirdeki en iyi ahbabım, kitaplarım için bir dolap yaptırdığım marangoz Fazıl. Her gün mektepten çıkınca dükkanına gidiyor, hem onu çalışırken seyrediyor, hem konuşuyorum.

Bizim arkadaşlar arasında tabii bu iyi tesirler bırakmıyor: -Kendi ayarımda olmayan- adamlarla düşüp kalktığım için beni ayıplıyorlar. Hatta bir gün mektep müdürü bile bunu hafifçe çıtlatacak oldu: Mühim bir şey söyleyecekmiş gibi beni yanına çağırdı:

-Nurullah Bey, daha gençsiniz, tecrübesizsiniz, ateşlisiniz. Ben sizin ağabeyiniz sayılırım, hani aklınıza bir şey gelmesin, fakat biraz daha ağır davranınız, her yerde açılmamanızı sizden rica edeceğim; yok, bir şey olduğundan filan değil; fakat malum, dedikodulu muhit!..

-Ne yapmışım müdür bey?

-Canım, bir şey yaptığınızdan değil. Fakat burada hiç yoktan adamın aleyhinde cereyan uyandırmayı meslek tutmuş olan kimseler vardır, hakkınızda söylenenleri bir duysanız!

 -Ne diyorlar?-

-Dehşetli bir muhalif, hükümete filan atıp tutuyor diyorlar!

-Yalan!-

-Yalan olduğunu ben de biliyorum, sizden böyle hafiflikler tabii beklenmez, ama gelin de bunu anlatın…

-Ne halt ederlerse etsinler, vız gelir bana!-

-Böyle deme Nurullah Bey, siz buraları tanımıyorsunuz!-

-Allah aşkına müdür bey, bu cümleyi ikide bir elbirliği etmiş gibi bana tekrarlayıp durmayınız. Ben Merih yıldızından gelmedim. Ben de bu memleketin çocuğuyum, buraları ben de sizin kadar, belki sizden iyi tanırım.

Müdür acı acı güldü. İçinden bana -zavallı- dediği muhakkaktı.

-Vallahi siz bilirsiniz!- dedi. -Ben sizi kardeşçe ikaz etmek istedim. Sonra sizin kendi seviyenizde olmayan insanlarla fazla düşüp kalktığınız da söyleniyor, bilmem ki…

Derhal atıldım:

-Konuştuğum adamlar bu memleketin namuslu hemşerileridir müdür bey, ekmeklerini içtimai dalaverelerle değil, alınlarının teriyle kazanan hemşerilerdir.

 -Fakat sizin fikri seviyenizde olmadıkları için fazla temasınız nazarı dikkati celbediyor.

– Hanginiz bir fikri seviyedesiniz, hatta hanginizin bir fikri var ki sizinle konuşayım, diye bağırmaktan kendimi güç zapt ettim. Yalnız:

-Müdür bey- dedim, -onlar kendi seviyelerini bilen, bunun haricine çıkmayı akıllarına bile getirmeyen adamlardır; bilmedikleri şeylere burunlarını sokmazlar; bildikleri şeyleri oldukça iyi bilirler. İhtirasları mahdut ve kabiliyetleriyle mütenasiptir. Hulasa benim seviyemde olan adamların tamamen zıddı. Bunlarla olan münasebetim beni tatmin etmese bile hiç olmazsa sinirlendirmiyor. Bırakın beni kendi halime…

Müdür: “Siz bilirsiniz.” diye mırıldandı; fakat: “Sen görürsün!” demek istediği besbelliydi.

VI

Nihayet günün birinde o kızla daha yakından tanışmak mümkün oldu.

Ailesinin ve bir sürü kötüsü çok insanın yanında göze batmadan uzun uzun konuşmaya imkan yoktu. Mektebine, derslerine dair birkaç sual sordum; başını yere eğerek ve ayaklarının ucuna bakarak kısa cevaplar verdi. İsmi Beria idi, mektebi geçen sene bitirmişti; bir seneden beri de derslere dair aklında bir şey kalmamıştı. Neleri mi seviyordu? Ara sıra sinemaya gitmeyi, roman okumayı filan. Tabii canı sıkılıyordu, ama ne yapılır başka bu şehirde?

Söylediği buna benzer şeylerdi. Fakat bu basit laflar onun minimini ağzından çıkarken öyle tatlı ve cazip bir ahenk alıyordu ki insan asla sıkılmıyordu.

Çehresinin her uzvu yakından bakıldığı zaman ayrı ayrı güzel olmamakla beraber hep birden nadir ve fevkalade bir ahenk teşkil ediyorlardı. İnce, beyaz, çok mütenasip bir boynu, narin bir vücudu, omuzlarına dökülen koyu kumral kıvırcık saçları vardı.

Ben onu dinliyordum. Hayret! En zeki ve güzel kızları bile dinlemekten sıkılan, kadınlarla yalnız âşıkdaşlık etmekten hoşlanan ben, ciddi konuşan kadınlara için için gülen ve onları baştan çıkarmak için planlar yapan ben, bu genç kızın basit sözlerini samimi bir alaka ile ve akıllı uslu dinliyordum.

Zaman geçtikçe birçok kereler daha görüştük. Tabii gayet ciddi. Hiçbir şey istemiyor, yalnız onu görebilmek, onun sesini işitebilmek arzusunu duyuyordum. Bir zamanlar bana yabancı gelen bu arzuları gülünç bulmaktan da vazgeçmiştim. Fikirlerim birdenbire değişmişti: Artık zekayı her şeyin fevkinde bulmuyor, hayatta ondan çok daha kuvvetli, çok daha hürmete layık şeyler bulunduğunu seziyordum.

Budala adam olmadığım için kendi kendimi aldatmaya devam etmiyor, bu tahavvüllerde (değişme; bir halden başka bir hale girme) Beria’nın büyük rolü olduğunu itiraf ediyordum. Hayatımda ilk defa olarak başka birisinin tesiri altında kalmıştım. Tuhaf değil mi, bundan hiç müteessir olmuyordum: Tesiri altında kaldığım kimsenin benden zayıf olduğunu bildiğim halde…

Hem de niçin o benden zayıf olsun? Zekayı ve aklı en büyük kuvvet farz ediyoruz. Fakat bakalım bazı akıllıların kendilerine göre verdikleri bu kıymet hükümleri doğru mu?

Eşyaya kendi dimağımızın mikyasları ile kıymetler veriyor, bunlara körü körüne inanıyoruz. Halbuki tabiatın, asıl idare eden kuvvetin verdiği kıymet hükümleri bizimkilerden kim bilir ne kadar ayrıdır.

İşte ben de, kuvvetli olduğunu sandığım ve bana daima böyle olduğu tekrar edilen zekanın, şimdiye kadar hiç tesadüf etmediğim, hatta mevcudiyetinden bile haberdar olmadığım kuvvetler karşısında eli kolu bağlandığını görüyor, şaşırıyordum.

Hiçbir telkin; hiçbir nasihat beni biraz olsun sükunete getiremezdi. En akıllıların sözlerinde bile zayıf ve alay edilecek taraflar bulmakta büyük bir maharet sahibi idim. Halbuki bu genç kız, bana bir tek kelime ile böyle bir şey teklif etmediği, bir tek tavrıyla benden böyle bir şey istemediği halde onun mevcudiyeti beni sakinleştirmiş, ağırlaştırmıştı. Beni asla anlamadığı muhakkaktı; ben de onu pek anlamış değildim. Birbirimizi anlayan bir tarafımız herhalde vardı. Fakat bu, biz farkında olmadan işini yürütüyordu. Yani şuurumuzun haricindeki bir kuvvet, bir amil, bizi ve bizim aklımızı hiçe sayarak istediği gibi hareket ediyordu ve biz bilmediğimiz, anlamadığımız kuvvetlere itirazsız itaat, inkıyat (boyun eğme) mecburiyetinde olduğumuzu görüyorduk.

Muhakkak ki o da aynı halde, fakat tabii daha şaşkın ve bihaber vaziyette idi. Bazan etrafından çekindiği, belki de ne yapacağında mütereddit kaldığı ve muhakkak bir hareket tarzı seçmek istediği için bana soğuk davranır, suallerime kısa ve susturucu cevaplar verirdi. Fakat ben bu şekil hareketten muğber olduğumu (gücendiğimi) anlatacak bir tarzda yanından uzaklaşmak isteyince derhal manasız ve çabuk bulunmuş bir sual ile beni durdurur, dargın gitmemin bu şekilde önüne geçmek isterdi. Bir zamanlar bunları dünyanın en gülünç, en soğuk ve çocukça hareketleri telakki ederdim, şimdi ise gayet tabii, korkunç derecede tabii buluyordum. Beni elinde tutan kuvvet yalnız itaat değil, aynı zamanda hürmet ettirmesini ve inandırmasını da biliyordu.

Hayatımın bir dönüm noktasında olduğumu fark ediyordum. Boş yere çabalamamak ve akıllıca teslim olmak için kararımı kati olarak verdim: Bu genç kızla hayatımı birleştirecektim.

VII

Bu kararı verdikten sonra yavaş yavaş daha düşünceli hareket etmeye, etrafı da kollamaya başladım. Eski pervasızlığımı şimdi lüzumsuz buluyor, eski sergüzeştlerime istihfafla değilse bile lakayt gözlerle bakıyordum. İçimde müthiş bir yorgunluk hissi vardı. Tıpkı bir nöbetten sonra gelen rehavet gibi… Yalnız dinlenmek, mutlak bir sükun içinde dinlenmek istiyordum. Nasıl bir fırtına bittikten sonra bile dalgalar bir müddet yorgun kımıldamalarla harekette devam ederlerse, bende de herhalde bazı ufak tefek taşkınlıklar eksik olmuyordu; fakat bunların da zamanla geçeceği tabii idi.

İşte tam bu sıralarda bütün hayatıma tesir eden tesadüf vukua geldi.

Buranın muallimler birliği ara sıra eğlenceler vermeye özeniyordu. Bu eğlenceler ekseriya perşembe akşamları ve muallimleri bir araya toplayabilmek için yapılıyordu. Fakat manzara bazan çok tuhaftı:

Kadınlar bir kenara çekilip kendi aralarında konuşuyorlar, erkekler de başka bir kenarda kahkahalı musahabeler yapıyorlardı. Bu hal bazan dağılıncaya kadar devam ediyor, bazan da birlik reisinin ve muallimlerden birkaçı tarafından vücuda getirilen cazbandın gayretiyle sonlara doğru hakikaten bir eğlence çehresi alıyordu.

Böyle bir perşembe akşamı, yeni gelen bir muallim kadınla tanıştım. Kız mekteplerinden birinde resim hocası idi ve diğer meslektaşlarına hiç benzemeyen bir serbestliği, bir şuhluğu vardı. Derhal ahbap olduk, hem adamakıllı… Bana İstanbul’dan, oradaki akrabalarından uzun uzun bahsetti. Sempatisini saklamayacak kadar serbest ve açıktı. Güzel olmamasına rağmen hoşa giden bir yüzü, mat ve güzel bir teni vardı, fakat bilhassa nerede bulunduğunu bilmiyor zannettirecek kadar etrafına ehemmiyet vermeyişi beni hayrete düşürüyordu.

Ya hakikaten muhite ehemmiyet vermeyecek kadar kendisini kuvvetli ve emin hissediyordu, yahut da ne yaptığının farkında olmayacak kadar çocuk ve düşüncesizdi. Fakat benimle her zaman görüşmek istediğini söylediği zaman memnun oldum ve hakikaten bundan sonra kendisini sık sık görmeye başladım.

Hayatımın şeklini değiştirmek üzere olduğum bu zamanlarda bu genç kadın bana eski günleri hatırlatan bir şey gibiydi. Bunda da Selmin’e ve diğer bir sürü sevgililerime benzeyen taraflar vardı ve ben eski Nurullah olsaydım kendisine muhakkak delice aşık olurdum. Şimdi ise basit ve bana hoş gelen bir arkadaştan başka bir şey düşünmüyordum. İçerimde hala eski Nurullah’tan kalma bir şeyler vardı ve ben onlara hiç olmazsa bu kadarcık bir tatmini çok görmüyordum.

Aklıma başka herhangi bir ihtimal gelmediği için çok açık ve samimi davranmaktan da çekinmiyordum.

Bir gün anlatıp duruyordu:

-Vallahi Nurullah, hiç arkadaşlığa filan itimadım kalmadı…

 -Ne münasebet?

-Kiminle samimi bir arkadaşlık tesis etmek istediysem olmadı… Ne kadar fenadır şu erkekler: Bir sene güzel güzel konuşuyorlar da en sonunda ilanı aşk ediyorlar…

 -Allah Allah!- dedim; -bir sene nasıl sabrederlermiş?..

 Katıla katıla güldü…

Bir gün de:

-“Ben çok fakir bir kocaya varmak istiyorum. On parasız bir kocaya!..” diyordu. Cevap verdim:

-Kızım, bu sözünü bir izdivaç teklifi gibi telakki ediyor, şiddetle reddediyorum!..

Bir kahkaha daha… Ve böyle devam ediyordu…

Sözlerimi mütemadiyen tartmak, her hareketimde etrafıma dikkat etmek mecburiyetinde olduğum bu şehirde kendisiyle endişesiz ve serbest iki laf atabildiğim bu kadın zararsız bir arkadaştı benim için… Fakat fazla bir şey değildi ve olmasına da ihtimal yoktu…

VIII

Fakat bu arkadaşlık hiç beklemediğim neticeler aldı ve bunları değiştirmek benim elimde değildi. Bütün vukuat hayret verecek bir süratle cereyan etmiş, ben başımın üstünde dönen bu hadiselere, şaşkın bakakalmıştım.

Bir gün yolda Şükufe’ye rastladım (Şükufe yeni arkadaşımın ismiydi). Beni uzaktan görünce acayip bir tavır aldı, yolunu değiştirmek ister gibi yaptı. Ben anlamayarak ona doğru bakarken yanıma yaklaşmış bulundu. Kendisinde şimdiye kadar görmediğim sert ve ciddi bir tavırla:

-“Nurullah Bey”, dedi, “Bundan sonra sizinle görüşmeyeceğim, size çok dargınım…”

Afalladım ve sordum:

-Ne oldu yahu?

-Siz gayet iyi bilirsiniz!

-Vallahi bir şeyin farkında değilim!

-Öyleyse öğrenirsiniz!

-Söyleyin şimdi canım!

-Olur mu böyle sokak ortasında?

-Peki, ben mektebe gelir sizi görürüm!

Cevap vermeden yürüdü. Olduğum yerde bir müddet kaldım. Olan bitenden bir şey anlamış değildim. Şaşkın şaşkın gülümsemeye çalışıyor, fakat beceremiyordum. Bu haddizatında çok gülünç hadisesinin muhakkak ki adamakıllı ciddi tarafları vardı.

Düşündükçe içerlemeye başladım; şimdiye kadar hiçbir kadın bana karşı bu şekilde davranmak cesaretinde bulunmamıştı.

Evvela, buna meydan verecek şeylerden kaçınır ve herkese tahammül edebileceği şekilde muamele ederdim. Sonra hepsi, böyle lüzumsuz ve fazla -kadınca- tezahürlerin bende şiddetli aksülameller (tepkiler) yaptığını bilirlerdi.

Şimdiye kadar olan münasebetlerimde, arkadaşlığımızın lüzumsuz olmaya başladığını ilk söyleyen daima bendim ve hiçbir hanım bunu kendisi yapmaya kalkışamazdı. Sebebi çok basitti: Bütün münasebetlerimde, taşkınlığıma ve pervasızlığıma rağmen, azami bir nezaheti (inceliği) muhafazaya dikkat eder, böylece, benden hiç beklemedikleri bir tarz-ı hareketle onları şaşırtır, üzerlerinde nüfuz sahibi olurdum. Her temiz olanın başkaları üzerinde nüfuzu olduğu gibi.

Beni hakikaten birazcık anlayanların bana mutlak surette itimat etmelerine alışmıştım. Herkes bilirdi ki benim sözlerimin daima bir tek manası vardır ve her sözüm dinleyenin anlayabileceği kadar sarih söylenmiştir. Bende dalavere olmadığını ve olmayacağını bilmeyenler yalnız uzaktan bakıp hükümlerini veren kısa görüşlülerdi…

Halbuki bu kadınla birbirimizi anlayacak kadar konuşmuştuk. O, ne denirse densin ve ne duyarsa duysun, hatta ne düşünürse düşünsün bana biraz evvel söylediği sözleri söylemeyecekti, söylememesi lazımdı. Benim bir kadına bunları söyletecek hiçbir harekette bulunmayacağımı bilmeliydi. En kuvvetli olduğunu bildiğim tarafıma hücum edilmesinden doğan bir hiddet duyuyor, aynı zamanda bu kıza karşı bu hisleri duyduğum için kendi kendimi insafsız buluyordum. Belki hakkı vardı. Belki bir hafiflik yapmıştım. Fakat ne yapsam yine bu sözleri söyletecek, -Bundan sonra sizinle konuşmayacağım!- dedirtecek şeyler yapamazdım. Bu kadın haddini bilmemiş, çok ileri gitmişti. Hiddetimden adeta çırpınıyordum.

Kaç gündür ne rahattım. Nereden tanışırsın böyle sersem mahluklarla? Sana hayatı tatlılaştıran, munis bakışlarıyla seni hakikatlerden uzaklaştıracak kadar kendinden geçiren bir Beria var. Hani eski Nurullah artık ölecekti? Seni böyle münasebetsizliklere yuvarlasın diye onun hiç olmazsa bir kısmını içinde sağ bıraktın değil mi?

Beria aklıma gelir gelmez hiddetim bir parça geçti. Onu yalnız düşünmek bile başkalarına kızmaktan alıkoyacak kadar beni yumuşatıyordu.

Mamafih münasip bir zamanda Şükufe’yi görüp o sözlerin manasını sormaya karar verdim.

Ne kadar kendime hakim olsam içerimde böyle şeylere tahammül edemeyen bir yer vardı ve insan herhalde beş on günde değişik başka bir adam oluvermiyor.

Şükufe’yi görmek için mekteplerine gittiğim zaman bir talebeye bir şeyler anlatmakla meşguldü ve beni adeta görmemezliğe geldi. Talebe çıkıncaya kadar ayakta bekledim, talebe de mümkün olduğu kadar geç çıkmaya niyet etmiş gibiydi. Şükufe benim odada mevcudiyetimden haberdar değilmiş gibi davranıyordu.

Hiçbir şeye karar veremeyerek bekliyordum. Vaziyet benim için çok azaplı idi. Şaşırmıştım, çünkü o zamana kadar böyle şeylere rastlamış değildim. Çıkıp gitmek mi lazım, yoksa bekleyip vaziyetin tavazzuhuna (açıklanmasına, aydınlanmasına) çalışmak mı? Fakat bence ortada bir vaziyet de yoktu. Ne olmuş? Bu hanım benimle görüşmek istemiyormuş! Pekala, görüşmesin, ne çıkar bundan. Bu hanım benim için nedir? Ve gayet samimi cevap veriyorum: Hiç!.. Şu halde neden geldim buraya?..

Can sıkıntısı, işsizlik ve bir şey yapmak ihtiyacı… Belki de bir izzetinefis meselesi… Budalalık…

Tam bırakıp çıkmak üzereyken talebe odayı terk etti ve biz yalnız kaldık.

-“Niçin geldiniz?..”dedi.

Hay Allah belasını versin. İlk suali ben sorsaydım, hakim vaziyette ben olacaktım. Onun çabuk davranması beni küçülttü. Adeta buraya özür dilemeye gelmiş vaziyetine düştüm. Bunu bilmek beni deli edecekti. Ne yapmak istiyordu bu kadın? Ne demek istiyordu?

-“Sormaya geldim!” dedim.

-Siz bilmiyor musunuz?

-Hiçbir şey bilmiyorum!

Birdenbire ve samimiye çok benzeyen bir infialle (gücenerek, darılmayla) söylemeye başladı:

-Sizden hiç ümit etmezdim, Nurullah. Ben size hiçbir erkek arkadaşa göstermediğim samimiyeti gösterdim, sizin bunu bu kadar fena tefsir edeceğiniz aklıma bile gelmezdi!

-Şükufe, anlamıyorum!

-Ben şimdiye kadar kimsenin olmadım Nurullah, olsam bile şurası muhakkak ki, sana şurada burada ‘Şükufe artık benim oldu demektir’ dedirtecek en ufak bir harekette bulunmadım.

-Neee!..- dedim. Ağzım açık kaldı. Söz söylemek şimdi bana dehşetli güç geliyordu. Her söz bir inkar ve bir müdafaa olacaktı. Bu kadar aşağılık bir şeyde kendimi müdafaa değil bir kelime ile -hayır- demek bile bana ağır geliyordu.

Bir dükkandan yirmi beş kuruşluk bir çorap aşırmakla itham edilsem bu kadar şaşırmaz ve kendimi küçülmüş hissetmezdim.

Bu kız hiç beklemediğim, yapabileceğine ihtimal vermediğim hareketlerle beni şaşırtıyor, budalaya çeviriyordu. Ne istiyordu? Bunu anlayamıyordum. Sahiden benim böyle bir şey söyleyeceğime inanacak kadar budala mıydı? Benimle konuşurken gözlerini kapayarak mı konuşmuştu? Buna inanmıyordum; şu halde neydi bütün bu sözlerin manası?

-“Şükufe!” dedim, “En aşağılık bir külhanbeyi bile mahallede yaptığı çapkınlıkları söylemeyecek kadar asalete maliktir ve kadını düşünür. Kaldı ki ortada söylenecek bir çapkınlık yoktur ve ben herhalde bir külhanbeyi kadar ruhi asalete malikimdir. Sen bana yalnız yapmadığım muhakkak olan meselerlerden değil, yapmama bilakaydu şart (kayıtsız şartsız) imkan olmayan şeylerden bahsediyorsun. Benim tabiatım bunları yapmaya, istesem de müsait değildir! Bunları söylemek bile bana tasavvur edemeyeceğin kadar azap veriyor. Bunlara inanmanın bana doğrudan doğruya hakaret demek olduğunu anlamıyor musun?

-İnanmak istemedim Nurullah ama… Ben çok sinirli bir kızım. Bakın, açık söylüyorum, bana bu sözleri söyledikleri gün sizi görseydim çok fena kavga edecektim!

Çocuk muydu bu kız sahiden? Bazan insana çok kuvvetli olarak bu hissi veriyordu.

-“Arkadaşlarım bilirler.” diyordu, “sizi ne kadar beğendiği mi. Sizinle arkadaş olmayı çok istemiştim…

-“Benimle arkadaş olsanız ziyan etmezdiniz!” dedim.

Güldü, ben de güldüm:
-“Barıştık mı?” dedim.
-“Evet!” dedi.
Ellerimizi sıktık. Ayrıldım. Hala olan bitenden birşey anlamış değildim. Yalnız hiç istemediğim ve aklıma bile gelmeyen şeylerin olduğunu biliyordum. İçerimde bu karışmanın verdiği bir… üzüntü vardı. Neden bilmem.

IX

Bu vakadan sonra kendisini belki bir ay görmedim.

Beria’yı her gün görüyordum. Hala aramızda ciddi ve kalplerimize temas eden iki kelime bile teati edilmiş değildi. Yalnız onun yüzünü görmek, böyle bir mükalemeye ihtiyaç bırakmayacak kadar beni tatmin ediyordu. Gözlerinden, bakışından her zaman için benimle beraber olduğunu, başkasıyla beraber olmasına imkan bulunmadığını anlıyordum. Bu da bana kafi idi. Dehşetle romantik olduğumun farkında, fakat bundan şikayetçi değildim.

Beria’yı görmediğim zamanlarda boyuna kitap okuyordum.

Kadınlar, erkekler, münevverler vesaire bana yalnız can sıkıntısı veriyordu ve bende artık bunları bağıra bağıra söylemek, etrafa rastgele hücumlarda bulunmak hevesi kalmamıştı. Daha ağır, daha sakin, fakat daha düşünceli ve emin adımlarla ilerlemek lazım geldiği kanaatindeydim. Şimdiye kadar etrafa yaptığım hücum ve tenkitlerin bana zarar vermekten başka bir neticesi olmamıştı. Bu herifler kendileri gibi iki elli, iki ayaklı bir adamın sözlerini dinlemeyi nedense haysiyetlerine yediremiyorlardı. Bunları yola getirebilmek, bunlara bir şey yaptırabilmek için, iptidai kavimlerde olduğu gibi, fevkalbeşer (insanüstü) zannolunan kuvvetler lazımdı. Ben de, kafa itibariyle, onların yetişmelerine değil, anlamalarına bile imkan olmayan bir seviyeye çıkararak, gözlerine bir heyula, bir dimağ heyulası gibi görünmeye karar verdim. Kendi basit dillerinde söylenen sözlere metelik vermeyen bu adamlara ancak peygamber yalanları tesir edebilirdi.

Okuyordum. Etrafla alakamı kesmiş gibiydim. Birkaç aklı başında arkadaştan başka kimseyle mektuplaştığım bile yoktu. Şehirde konuştuklarım mahduttu. Nadiren aile toplantılarına, ara sıra sinemaya veya muallimlerin haftalık eğlentilerine gidiyordum. Marangoz Fazıl’la bazı akşamlar buluşur, şehrin yanından geçen demiryolu hizasında dolaşır, yahut tenha bir yere çekilip iki üç kadeh atardık. Doğru dürüst maksadını ifadeye bile muktedir olmadığı halde sohbeti beni sıkmıyordu. Bunda derecesini bilen ve sınıfına uyan bir hal vardı. -Münevverler-de olduğu gibi derecesi ve mevkii üzerinden eğreti elbise gibi akmıyordu. Aynı zamanda teminata lüzum göstermeyen bir dostluğu gözlerinden okumak kabildi, bunu ima edecek bir tek kelime bile söylemekten çekindiği halde…

-Ne var ne yok, Fazıl?

-Ne olsun beyefendi?

-Yine mi beyefendi?

-Canım, dilim alışmış işte, üstüne alınmasana sen!

-Bu da pek fena oldu Fazıl…

-Daha iyisi elimden gelmiyor…

-Biraz gezelim mi?

-Sen beni aylakçılığa alıştıracaksın!..

-Sanki iş görüyormuş gibi… Yürü şöyle tren yoluna kadar gidelim!

-Beyimin ayakları yorulmasın?

Ve sonra ciddi ciddi işten, güçten bahsederdik… Kibarlara pek içerliyordu. Hele bir avukat yeni evi için yaptırdığı panjurları karım beğenmedi diye dört defa geri göndermişti. Fazıl görse herifin boğazına atılacaktı: -Bari karı da bir karı olsa!- diye merhametle dudak büküyordu.

Böylece hayatım, hiç aklıma bile gelmeyen bir şekil almıştı ve ben bundan memnundum.

X

Beria’ya aşık olmadan onunla hayatımı birleştirmek kararı verdim ve bu kararı verdikten sonra ona aşık oldum yahut önceden de aşıktım da bunu ancak bu karardan sonra kendime itiraf ettim.

Muhakkak olan, bu aşkın şimdiye kadarkilere hiç benzemediği idi. Şimdiye kadar olanlar bir kasırga, dalları budakları kıran, ortalığı birbirine karıştıran ve bir müddet sonra çekilip giden bir kasırga gibiydiler. Halbuki bu seferki aşkım bir mevsim gibi sakin, ağır, belirsiz adımlarla gelmişti. Ve nasıl bir mevsim bu belirsiz gelişine rağmen ortalıkta hayret verecek bir değişiklik yaparsa bu aşk da beni bu tanınmayacak hallere sokmuştu ve artık çekilip gideceğe hiç benzemiyordu.

Dünyada hiçbir aşkın ebedi, hatta uzun ömürlü olmadığı muhakkaktır. Bunun aksini düşünenler başkalarını veya kendilerini aldatmaya çalışan divanelerdir.

Dünyada en tahammül edilemeyecek şey de artık aşık olmadığımız birisiyle beraber yaşamak mecburiyetidir. Şu halde aşık olduğumuz birisiyle hayatımızı birleştirmek, en hafif tabiriyle, düşüncesizliktir.

Eğer ben bu kızla buna rağmen hayatımı birleştirmek istiyorsam, bu sebepsiz değildi. Ben bu kızı gördüğüm zaman ona malik olmak, onu öpmek arzuları duymuş değildim. Yalnız bir beraberlik, hiç bitmeyecek bir beraberlik istiyordum, başka bir şey değil. Ve çok samimi olarak daha evvel de söylediğim gibi, kendisine karşı olan hissiyatımda biraz da, hatta birçok da kardeşlik vardı. Bir sevkıtabii (içgüdü) bizim birbirimize herkesten daha yakın olduğumuzu bana fısıldıyordu. Bilmediğimiz bir kuvvet her ikimizin içine müşterek bir şey koymuştu. Bunun ne olduğunu bilmiyorduk, fakat cinsi arzuların üstünde bir şey olduğu şüphesizdi.

Biliyordum ki, bu herkesinkine benzeyen aşk az bir zaman sonra yok olunca arkasında bir boşluk değil, bizi asıl birbirimize bağlayan bu ebedi anlaşmayı bırakacaktır. Biliyordum ki, biz birbirimizi bu aşk geçtikten sonra nihayetsiz bir sükun içinde ve hiç yorulmadan daha çok seveceğiz.

Hatta bazan çok menfi düşünür, dünyevi ve adi birtakım sebeplerin (çok kere hayatımızda asıl istikameti veren bu hiç ehemmiyet vermediğimiz adi ve küçük şeylerdir) bizi birleştirmekten menedebileceğini tasavvur ederdim. Hayatın hiç mantığı olmayan cereyanı bizi başka başka istikametlere sürükleyebilirdi ve biz, bu kadar birbirimize yaklaştığımız halde, tekrar ve her zaman için ayrılabilirdik. Fakat bu bizim hayatımızdaki iştirak noktasını yok edemezdi. Mademki bir kere birbirimizi görmüştük, ne vaziyette ve nerede olursak olalım, artık unutamazdık. Artık bundan sonraki hayatımız, tekrar birbirimizi bulmak için sessiz, fakat ebedi bir didinme olurdu. Biri diğerinin yaşayabilmesi için elzem olan iki mahluktuk biz, bunu istesek de, istemesek de…

Acaba Beria bunların farkında mıydı? Hayatın, irademizle alakası olmayan bu kanunlarına ve hükümlerine pek de vakıf olacağını zannetmiyordum. İhtimal, o, birbirimiz için ne kadar lazım olduğumuzu bilmiyor, masum ve daha çocuk olan ruhuyla benden yalnız hoşlandığını zannediyordu. Ayrılmadığımız takdirde böyle zannetmekte devam edecekti. Fakat herhangi bir kuvvet bizi ayırırsa o zaman her şeyi anlayacak, bir çölün ortasına bırakılmış küçük bir kuş yavrusu gibi kendini yalnız bulacak ve çırpınacaktı. Hayat bir kere verdiği hükümleri biz farkında olsak da, olmasak da tatbik eder ve onlara itaatle boyun eğmek lazımdır.

XI

Şükufe’yi bir ay kadar görmemiştim. Bir gün aklıma esti mekteplerine gittim.

-“Niçin geldiniz Nurullah Bey, bir şey mi söyleyecektiniz?” dedi.

Suratıma bir kamçı yemiş gibi oldum. Evvelce de söylediğim gibi, bu kız en ümit edilmeyen hareketleri yaparak insanı şaşırtmak istiyordu; niçin bilmem.

-Konuşmaya geldim yahu!- dedim.

-Ben size, gelmeyiniz, dedikodu yapıyorlar, sık sık görüşmemiz doğru değil dememiş miydim? Niçin geldiniz?

Bu kız ya tamamen kaçık yahut haddinden fazla pişkindi.

Bir kere bana artık seyrek görüşelim manasına gelebilecek bir kelime bile söylemiş değildi, ikincisi bir aydan beri kendisini ilk defa görüyordum. Beni budala yerine mi koyuyordu acaba? Yoksa kendisine herkesin inanacağı ve asla itiraz edemeyeceği kanaatinde miydi?

-“Darılmayın sakın Nurullah Bey!” diye tekrar başladı.

-Muhiti biliyorsunuz. Bütün kabahat onda. Yoksa sizinle arkadaşlık etmek beni her zaman memnun eder. Bana gücenmenizi asla istemem.

Kirpiklerimin ucuna kadar kıpkırmızı kesildiğimi fark ediyordum. Ağzımın içi kurumuştu ve bir tek kelime söyleyemiyordum… Niçin bu karşımdaki mahluk bir erkek değildi ve niçin ben onu tokatlayamıyordum?

Bu şaşkınlığımı nasıl tefsir edeceğini tahmin ettiğim için bütün bütün kızıyordum. Fakat mademki ona bu yaptıklarının cezasını vermeye, hatta bunları yüzüne çarpmaya muktedir değildim ve mademki karşımdaki bir kadındı, şu halde, susmak, hazmetmek, aldırış etmemek lazımdı.

Gülümsemeye çalıştım. Hala kıpkırmızı olduğumu, yüzümün yanışından anlıyordum. Kim bilir ne kadar komik vaziyetteydim ve bu vaziyet karşımdakini kim bilir ne kadar eğlendiriyordu.

Tekrar gülmeye çalıştım. Bir türlü çekilip gidemiyordum. Ben bu vaziyette sahneyi terk edecek adam değildim. Fakat başka ne vardı yapılacak?

Ne talep etmiştim bu kızdan ki onu reddediyordu?

Bana yalnız kendi kafasının içinde yaşayan roller veriyor, sonra bu hakikatmiş gibi tavırlar alıyordu. Bunlardan korunmak kudretinde bile değildim, çünkü bu acayip genç kız bütün bunları şaşırtıcı bir cüretle yapıyordu. İşi öyle şekillere döküyordu ki, yapılacak herhangi bir hareket, menfi bile olsa, onun istediği manada tefsir edilebilecekti, hatta sükut bile.

Nihayet: -Öyleyse gideyim!- dedim, sözler ağzımdan ben farkında olmadan dökülmüştü.

-Darılmadınız değil mi?- dedi. -Yine her zamanki gibi arkadaşız?..

Tebessüm ettim. İri ve biraz kabaca olan elini uzattı, sıktım ve ayrıldım.

Çıkar çıkmaz kendi kendime çatmaya başladım:

-Ne gidersin a salak! Bu kadının kendisine macera, hiç olmazsa eğlence aradığını anlayamadın mı? Bak, beğenmediğin bu kadın Nurullah’ı parmağında çevirdiğini söyleyecektir ve bunda hakkı da var. Bütün bunlar kendine fazla güvenmenin neticeleri. Neydi o mektep talebesi gibi kızarmalar. Sen diyeceksin ki, bu kadar küstahça bir cüret görülmüş şey değildir ve ben öyle şeylere mukabele etmeyecek kadar mağrurum. Fakat a sersem, senin bu gururunun nasıl anlaşılacağını hiç düşündün mü? Bu sükutu, bu mukabele etmeyişi zillet zannedecekler ve o, senin gibi bir erkeği neredeyse ayaklarına kapanacak hallere getirdiğini düşünerek iftihar edecek. Gülüyorsun ve inanmak istemiyorsun. İnsanların bazan ne kadar budala ve aşağılık olduğunu bilmiyor gibisin be Nurullah!

İçimde dehşetli bir can sıkıntısı ve üzüntü vardı. Kötü şeyler yapabilecek kadar kızdığımı, hiç zedelenmeye gelmeyen bir tarafıma dokunulduğunu hissediyordum.

Bu genç kız, ihtimal kudretini denemek, kadınlık gururunu beslemek için birisiyle oynamak istemişti. Fakat bunun için beni seçmekle büyük bir hataya düşmüştü.

XII

Beria da benim Şükufe ile olan ahbaplığımı duymuştu. Fakat bundan haberdar olduğunu herhangi bir şekilde ihsas etmeyecek kadar mağrur ve asildi. Halbuki dedikodular pek edepsizce olduğu için müteessir olmaması imkansızdı.

Bunları tashihe, kendisine izahat vermeye imkan yoktu. Gözlerinden okuduğum dargınlık bana günlerimi zehir ediyordu. Ve halkın dahi kafası her gün yeni bir rivayet çıkarmakta devam etmekteydi.

Bilhassa bu rivayetlerin bir kısmının Şükufe’den çıktığını hissediyordum. Mesela onların mektebine de giden bir musiki muallimi bir gün, “Yahu, Allah versin!” dedi. “Şükufe’nin peşini bırakmıyormuşsun.”
-Ne münasebet?

-Hadi canım, ağız yapma, aranızda evlenmekten bile bahis geçmiş. Ne inkar ediyorsun, bilmeyen mi var? Neyse, Allah iyi etsin…

Bu adamın da ne demek istediğini anlamadım; dilini bilmediğim bir memlekette gibiydim bu şehirde.

Anladığım yegane şey, hiç istemediğim, bana adeta bulantıya benzer hisler veren birtakım işlerin, etrafımda dönüp durduğu idi.

Ne istiyorlardı benden hep beraber bu adamlar ve bu karılar? Filanca filan yerde benim lehimde söylemiş! Ne münasebet! Hepsi birden yerin dibine geçsin!

Hiç başka işleri yok muydu bu heriflerin? Benden bahsetmeye onları sevk eden neydi? Kendilerine doğrudan doğruya ne bir fenalığım, ne bir iyiliğim dokunmuştu. Onlarla hiçbir zaman ve hiçbir suretle alakadar olmuş değildim. Buna rağmen tanımadığım bir sürü herif şurada burada beni çekiştirmek veya müdafaa etmekle meşguldü. Anlamıyordum, bu adamları, bunları yapmaya sevk eden saikler nedir? Bu hareketlerinin mekanizmasını anlayamıyordum. O zamanlar insanların çok cahili idim ve bazı adamların dimağlarında, sırf fenalık yapmak için konulmuş, hususi bir cihaz bulunduğunu bilmiyordum. O zamana kadar birisine fenalık yapmak için muhakkak bir sebep lazım geldiği kanaatindeydim. Fisebilillah (karşılık beklemeden) kötülük yapan adamlar bulunacağını, kötülüğün bazı insanlara hususi zevkler verebileceğini tasavvur edemiyordum.

Güliverin cüceler memleketine düştüğü zamankinden daha çok hayret içindeydim. Ve bana tiksinti veren bu ruh cüceleri beni de her tarafımdan sımsıkı bağlamışlardı. Kıpırdanmaya imkan yoktu.

Niçin bu adamlara mağlup oluyordum? Gayet basit. İlk zamanlarda onların silahlarını bilmiyordum. Bana o zamana kadar bilmediğim şekillerde hücum ediyorlardı. Mesela ben aklıselimi en büyük hakem tanıdığım halde, onlar bunu herhangi bir dalavereye feda etmekte tereddüt etmiyorlardı. Ve ancak menfaatlerini haleldar etmediği müddetçe namuslu idiler. İcap ettiği zaman yüzünüze karşı en hayasızca yalanları söylemekten, en namussuzca hareketleri yapmaktan çekinmeyen bu adamlar on dakika sonra size akılların almadığı bir küstahlık ve pişkinlikle namustan, faziletten bahsederlerdi. Ve bunu gayet samimi ve tabii olarak yaparlardı. Ben bu hareketler karşısında eli kolu bağlı, hayret ve dehşetten ağzı açık bir vaziyette bakakalıyordum.

Onların bütün hareketlerinin ve muvaffakıyetlerinin içyüzünü öğrendiğim zaman bana öyle bir iğrenme hissi geldi ki, aynı silahlarla mukabele değil, kendimi müdafaa etmek bile istemedim, bu bile bana ağır göründü.

Yalnız bir gün dayanamayıp patlayacağımdan korkuyordum.

XIII

Ve nihayet günün birinde korktuğum şey oldu. Nihayet benim sabrım da tükendi, her şeyi unuttum ve o zamana kadar gizli gizli benimle uğraşanların açıktan açığa hücumlarına, av arkasında koşan bir köpek sürüsü gibi peşime düşmelerine sebep oldum. Hem de ne manasız bir vesile ile yarabbi!

Yine muallimlerin toplandığı bir gece idi ve Şükufe de oradaydı. Yalnız bir kere selamlaştık. Niyetim biraz durup gitmekti. Yanına oturduğum arkadaşlardan biri bermutat Şükufe’yi ima ederek manalı sözler söylemeye başladı. Nedense bu akşam içimde böyle şeylere tahammül kabiliyeti yoktu, derhal surat astım ve; “Sus!” dedim, “Bana bunlardan bahsetme, sinirleniyorum…”

-“Hadi be!” dedi, “Kızın neredeyse yolunu kesecekmişsin!”

 -“Yaaa!!!” dedim, gidip bir kere de bütün bunları kendisinden sormak istedim.

O esnada galiba bir fokstrot çalmaya başlamıştı, gittim, Şükufe’yi davet ettim.

-“Allah aşkına, şimdi yorgunum, biraz sonra!” dedi.

Bir dakika durakladım, fakat ısrar etmek beni daha feci vaziyete düşürebilirdi.

Çekildim.

Fakat kararımı vermiştim, ona bu akşam ne pahasına olursa olsun her şeyi söyleyecektim.

Bunu takip eden dansta ben daha gitmeye vakit bulamadan, başka birisiyle kalktı. Etrafımda birkaç kişinin alaycı gözlerini üzerimde hissettim.

Kati karar verenlere mahsus bir sükunetle bekledim ve biraz sonra kendisini yine dansa davet ettim.

-“Biraz sonra dedim ya Nurullah Bey!” dedi,

-Bundan sonraki dansı yapalım!

Bir müddet sabit nazarlarla yüzüne baktım, gözlerini benden çevirdi. Sallanarak uzaklaştım. Kafama şiddetli iki yumruk yemiş gibi idim. Etrafımdaki müstehzi bakışlar gitgide çoğalıyordu.

Bir müddet bir köşede oturdum, dışarı çıkıp dolaştım, tekrar içeri girerken kapıda ona rastladım. Gülmeye çalışarak:

-“Hani ne oldu bizim dans?” dedim. Hala mağlubiyeti kabul etmek istemiyordum.

-“Ben bu akşam sizinle dans etmeyeceğim Nurullah Bey!” dedi.

Derhal kafamın içinin allak bullak olduğunu hissettim.

-“Bunu ilk geldiğim zaman söyleyemez miydin?” dedim.

-Maksadın beni kepaze etmek mi burada? Senin için bilmem fakat bunun benim için hiç hoş bir şey olmadığını anlamıyor musun?

Daha ileri gitmekten kendimi menetmek için süratle döndüm ve yerime oturdum.

Hiçbir şey görmüyor, işitmiyordum. Bir aralık kulağıma Şükufe’nin sesi geldi; biraz ötede birkaç arkadaşıyla beraber oturmuş, gözleriyle beni işaret ederek:

-“Efendim, zorla mı kalkacağız, bir boğazıma sarılıp sürüklemediği kaldı!..” diye söyleniyordu. Ağır ağır iskemlemden kalktım. Kendimin de tanıyamadığım bir sesle ve parmağımla göstererek:

-“Susturun şu kadını!” dedim. “Söyleyin şu kadına çenesini kapasın yoksa fena şeyler yapabilecek bir haldeyim.”

Ağır adımlarla çıktım, koridorda dolaşmaya başladım.

Az bir müddet sonra yanıma birisi geldi. Koluma girerek beni küçük bir odaya götürdü:

-“Beyim” dedi, -giderken iade ederiz, fakat şimdilik tabancanızı bize veriniz!..

-Ne tabancası?

-Israr etmeyiniz, içerde bir hanıma tabanca çekmişsiniz. Bütün aileler telaş içinde. Yakışır mı bu?..

Vaziyet müsait olsa gülecektim. Yalnız:

-Hadi efendi, hadi- dedim, -ben jilet bıçağı bile taşımam; kaçırdınız mı siz?..

Bu esnada odaya birçok kimseler daha dolmuşlardı.

Odanın önü de kalabalıktı. Birtakım hanımlar vestiyerden eşyalarını alıp gidiyorlardı.

Odaya girenlerin bir kısmı yakamdan tutarak bana yaptığımın doğru olup olmadığını soruyorlar, bir kısmı ise beni himaye etmek isteyerek diğerlerini teskine çalışıyorlardı. Bütün bunlara dilim tutulmuş gibi aptal aptal bakıyordum. Nihayet ortalık sükunet bulur gibi oldu. Davetlilerin bir kısmı söylenerek salonu terk etmişlerdi. Benim müdafilerden biri de beni koluna alarak tekrar içeri götürdü, bir iskemleye oturttu. Bir müddet sessiz sessiz oturdum, arkadaşımın yanımdan uzaklaştığı bir sırada yavaşça çıkarak vestiyerden şapkamı aldım ve savuştum.

Ertesi gün beni her gören:

-Yahu ne olmuş dün akşam?

-“Yahu ne yapmışsın dün akşam?” diye soruyordu.

Sanki gece eğlentiden çıkan herkes kapı kapı dolaşarak hadiseyi ilan etmişti.

Kulağıma öyle rivayetler geliyordu ki, gülmek mi lazım, ağlamak mı, ben de şaşırıyordum. Kimisi o akşam Şükufe’yi dövdüğümü, kimi ise benim dayak yiyerek sokağa atıldığımı söylüyordu.

Bütün şehir bu vakanın hikayesiyle çalkalanıyordu; sokakta dolaşmak imkansızdı. Yoldan geçen kadınlar bile beni birbirlerine gösteriyorlar, arkamdan bakıyorlardı.

Yerin dibine geçiyordum. Çırılçıplak soyularak şehrin ortasına, herkesin gözü önünde bırakılmış gibi öldürücü bir hicap duyuyordum. Çok kere ağlayacak derecelere geldim. Ne yapmıştım ben bu kadına? Ne istemişti benden? Ufak bir kaprisi için beni rezil etmekte tereddüt etmemişti. Ne kadar insanlıktan uzak mahluklardı bu kadınlar. Onları anlamaya asla imkan yoktu. Çünkü anlaşılacak tarafları yoktu. Onlar kendileri de ne yaptıklarının farkında değillerdi ve sevkıtabiilerine tabi olarak akıllarına eseni yapıyorlardı. Onların hareketlerinde sebep ve şuur arayan bizler, böyle bir şey bulamayınca, -kadın anlaşılmaz ve derin bir mahluktur!- diyoruz; şeytani bir kuvvetle bizim üzerimizde hüküm yürüten bu mahlukun boş, manasız ve basit bir -yarı hayvan- olduğunu kendimize itiraf etmek istemediğimiz için…

Tabii bunların da müstesnaları olacaktı: Mesela Beria… Beria’yı bu umumi tasnife dahil etmeye bir türlü gönlüm razı olmuyordu. O başka bir mahluktu; o bu toprağın malı değildi; o başka bir alemden tesadüfen buraya düşmüş gibiydi. Etrafına o kadar az benziyordu ve onların o kadar üstünde idi ki, onu bu zavallı mahluklarla bir tutmak günahtı.

Muhakkak ki, o da benim gibi bu dünyaya yabancı idi. Fakat daha bunları düşünüp hükmünü veremeyecek kadar küçüktü.

Ve beni korkutan da bu idi. Ya ona hakikati anlatamazsam! Ya o da bütün bu söylenenlere inanır, kendi hakiki benliğinin değil, etrafın verdiği eğreti benliğin hükümlerine kulak verirse? Ne yapardım ben o zaman? Bundan ötesini düşünmek bile bana korkunç geliyordu. Beria’nın da beni itham edebileceğini tasavvur etmek aklımı başımdan alıyordu. Odamda kendi kendime onunla konuşuyor, yalvarıyordum:

-Beria, oh Beria, sen bunlara inanmıyorsun değil mi? Sen bana, yalnız bana inanıyorsun! Ben sana bir tek kelime bile söylemeden bana inanıyorsun değil mi? Eğer bugünlerimde beni sen de yalnız bırakırsan ne yaparım ben o zaman? Nereye tutunabilirim? Ben etrafa ve sana gösterilmek istendiği gibi değilim. Beni bari sen anla Beria!.

Yatağın üzerine kapanıyor, kuru gözlerle ağlıyordum… Ayağa kalkıyor, odada aşağı yukarı dolaşıyor ve mütemadiyen onun ismini tekrar ediyordum.

XV

Niçin onu gidip göremiyor, ona her şeyi anlatamıyordum? Birbirimize bu kadar yakın olduğumuz halde niçin bir aile meclisinde ve bir sürü gözün altında ancak birbirimizi anladığımızı söyleyen bakışlar ve havadan sudan sözlerle iktifaya mecburduk? Niçin ben onun ellerine sarılıp ağlayarak bütün içimi dökemiyordum? Ve niçin o, ince parmaklarını yüzümde gezdirerek bana, yalnız bana inandığını söyleyemiyordu? Gözleri, yardımsızlık içinde çırpınan güzel gözleri etrafa inanmak istemediğini bana söylüyordu. Fakat ne de olsa o daha bir çocuktu ve etraf çok kuvvetliydi. Susmak bilmeyen cehennemi bir makine gibi onun masum kulaklarının dibinde uğulduyor ve benim yaptıklarımı sayıp döküyordu. O ne kadar inanmak istemese, inanmak ona ne kadar azap verse, günün birinde çelimsiz mukavemetinin kırılacağı muhakkaktı. Ve ben, onu hemen her gün gördüğüm halde kendisine asıl bize, bizim ikimize ve bizim ikimizin hayatlarına taalluk eden meselelerden bahsedemezdim, buna -muhit müsait değildi!!!- Etrafın keskin ve hain gözü bizim üzerimizdeydi.

Çenelerin yorulmak bilmeyen insafsız makinesi hiç durmadan işliyor ve bana bulunduğum yeri cehennem ediyordu. Bir köpek sürüsü tarafından kovalanarak bir köşeye sıkıştırılmış ve etrafı sarılmış bir geyik gibi şaşkın, meyus, fakat mağrur ve çetin, kendimi müdafaaya çalışıyordum. Uzaktan yaptıkları hücumlarla iktifa etmeyerek bana daha çok sokulmak isteyen ve dişlerini gösterenleri şiddetli, fakat ümitsiz darbelerle kendimden uzaklaştırıyordum. Lakin onlar biraz sonra tekrar ve daha kuvvetli hücuma geçiyorlardı.

Şükufe’nin evine sık sık devam eden birtakım nüfuzlu ve yüksek zevat bile işe burunlarını sokarak daha yüksek makamlara kadar bu meselenin aksetmesine sebep oldular. Tomar tomar kağıtlar gitti, geldi. Bana resmen sualler soruldu. Raporlar verildi ve fezlekeler yapıldı. -Mumaileyhin tabanca çektiği tespit edilememişse de, nahoş bir hadiseye sebebiyet verdiği muhakkak olduğundan…- gibi cümlelerle devam eden evrak kaleme alındı. Ve bütün bunlar dakikası dakikasına şehre yayıldı.

Bu kadar gürültünün arkasından hiçbir şey çıkmayacağını biliyordum, bu işgüzarlıklar, bu yaranmalar, bu -kerataya haddini bildirmeli!-ler herhalde döne dolaşa aklı başında bir yere de uğrayacak ve orada anlayışlı bir tebessüm doğurduktan sonra kapanıp gidecekti. Birdenbire ortaya çıkan siyasi cürümlerimin de pek ipe sapa gelir tarafı yoktu. O zamana kadar söylediğim laflarda, bütün gayretlerine rağmen, kanuni bir cürüm bulamıyorlardı. Fakat tekrar elde edilmesi mümkün olmayan bir şeyi kaybetmiştim: En nihayet Beria’yı, Beria’nın kalbini benden uzaklaştırmışlardı. Şimdi kendisini gördüğüm zaman başını çeviriyor, suallerime soğuk ve kısa cevaplar veriyordu. Birkaç kere bunu tekrar düzeltebilmek için mümkün olan şeyleri yaptım. Şaka edecek oldum, daima soğuk ve hareketsiz kaldı. Anladım ki, artık onun gözünde de ben maceraperest bir serseri idim. Ve bu darbe, bana hepsinden daha ağır geldi. Kendimi buna tahammül edebilecek kadar kuvvetli bulmadım. Dimağım o zamana kadar görmediğim bir perişanlığa, bir atalete düşmüştü. Ağlamak bile elimden gelmiyordu. Aptal bakışlarla ve ne istediğimi bilmeyerek dolaşıyordum. Bir gün odamda aynaya baktığım zaman tanınmayacak kadar değişmiş olduğumu gördüm: Gözlerim içeri kaçmış, derim sarı ve kirli bir renk almış, sakallarım uzamıştı. Aynadaki hayalime karşı acı acı güldüm, o da bana güldü.

Birkaç gün sonra eşyamı marangoz Fazıl’a, kitaplarımı mektebe hediye ederek İstanbul’a hareket ettim. İstasyona yalnız Fazıl gelmişti, tren kalkıncaya kadar bir tek kelime konuşmadık; yalnız son kampana çaldığı zaman, birbirimizin boynuna sarıldık. Ayrılınca Fazıl’ın gözlerinin yaş içinde olduğunu gördüm. Demek ki bu şehirde beni seven hiç olmazsa bir kişi vardı…

Bir Kadın Dalaveresi, Yeni Anadolu Gaz., 08.05.1932-21.06.1932

bir skandal hikayesi indir.

Yazdır

Yazar hakkında

admin

Yorum yap