DER-BEYÂN-I CEVÂMİ-İ ERZURUM
Cümlesi yetmiş yedi mihrâbdır. Hepsinin kâdîmi (Ulu Câmi’) dir. Tebriz Kapusunun iç yüzünde tarz-ı kadîm, toprak örtülü, bir minâreli bir câmi’dir. Ak Koyunlu padişahlarının binasıdır. Tûlen ve arzan iki yüz adımdır. Minber ve mihrâbı tarz-ı kadîmdir. İçinde ale’t-tertîb dizilmiş iki yüz added çam direkler üzere yine çam kirişlerdir. Kârgîr kubbe değildir. Câmiin bir tarafında Revan zahîresiçün mahfûz beksimetler var. (Eski Medrese Camii): Evvelki câmiin cânib-i şarkîsine muttasıl divar divaradır. Çifte minarelidir. Bâzılar Ak Koyunlu padişahlarının binasıdır, dirler. Bâzılar da Hasan-ı Tavîlin binası olduğunu rivâyet iderler. Ve’l-hâsıl kadîm bir ma’beddir. Nice kere Erzurum muhasara olunduğundan atılan toplardan bu câmiin esker yerleri münhedim olmuş, evkâfı da olmadığından harâb olup gitmişdir. Tebriz Kapusunun iç yüzünde bir bâb-ı bî-bedel ve iki minâresi ser-âmedi vardır ki bu minâreler kâsî-i Çin ü hurşîd gibi dırahşân olup pertev urduk da çeşm-i ben-î Âdem hayrelenir. Bir dahi nazar itmek mümkin olmaz. Minâreleri eflâke ser çekmiş olduğundan bir çok seyâhân üzerinde resen-bâzlık iderler. Câmi’ hârabe olduğundan Sultân Murâd-ı Râbi’ ta’mîr ü termîm idüp içinde balyimez toplar dökmek içün bir top i’mâl-hânesi yapdırmıştı. Hâlâ cemî’-i âlât ü busâtı mahfûzdur. Bu câmi’ termîm idilse kürre-i arzda misâl bulunmaz bir eser olur. Allah ta’mîrini müyesser eyleye! (Lala Mustafa Paşa Câmi’i): Paşa Sarayı Kapusunun önünde tarîk-i âm aşırı vâki’ olmuş, Süleyman Hanın vezîri Lala Mustafa Paşa’nın binâsı, İstanbul tarzlı, âlî kubbeli, cümle binâsı rasâs-ı hâs ile mestûr bir câmi’dir. Tûlen ve arzan seksen ayakdır. Mihrâbı, minberi, mü’ezzin mahfeli şâh gözlüdür.
(…)
Çarşusu- Sekiz yüz kadar dükânı vardır. Dört kapulu, kârgir kubbeli, ma’mûr bir bedesteni var. Sarâchânesi, kazzâzları, kuyumcuları, terzileri, sipâh pazarı, tahte’l-kal’âsı müzeyyendir. Darphânesi Erzincan Kapusu kurbundadır. Ehâlîsinin Reng-i Rûyu- Ehâlîsi Türk, Kürd, Türkmen, Ermenidir. Gök dolak acemler de var. Tendürüst, ten-perver, orta boylu, zinde, müsin adamları ve civanları hep bahâdır ve gürbüz adamlardır. Gâyet kavviyü’l-bünye olurlar.
(…)
Libâs-ı Ehâlî- A’yanları çuha samur ve akmişe-i fâhire giyüp kâr iderler. Ulemâ ve suhelâsı yine çuha ferâce ve boğasî haftan giyerler. Edânîsi ehl-i hiref olup üzerlerine abâ ve kabâ boğasî hil’at giyüp kâr u kisb iderler.
Âb u Hevâsî- Üç ay hevâsi gayet latîfdir ki adam, hayât-ı câvidânî bulur. Suyu zülâl-i hayatdır. Ata ve nisvâna suyu gayet nâfi’dir. Cennet Pınarı denilen sudan Temmuzda içen “Ve mine’l-mâ’i küllü şey’in hay” âyetini fehm ider. Şehir, onsekinci iklîm-i, arzîde, beşinci iklîm-i tabî’îdedir. Şiddet-i şitâsından hubûbâtı altmış günde hâsıl olup der-anbâr idülür. Bir kile tohma mukâbil seksen kile verir. Bir kile darısı yüz kile getürür. Yedi dürlü buğdayı olur.
Sanâyi’. Me’kûlât. Meşrûbâtın Memdûhları- Terzisi, kuyumcusu, gâyet üstâd olurlar. (Şîrek), (Mîrek) adlı kılıçları meşhûr-ı cihandırlar. Me’kûlâtından tavuk böreği, çiriş denilen sebzenin böreği, bazarlarındaki has beyaz ve yağlı çöreği, bir kulaç has etmeği, ketesi, paçası, tennûr kebâbı, ışkını, herisesi, meşrûbâtından viyas şerbeti, âb şelesi, avâm bozası meşhûr ve ma’rûf-ı cihandırlar.
İmârât ve Mesîreler – Cirid Meydanı. Pazar Başı Değirmeni, Çimenzârı, Gümüşlü Künbed Meydanı, Umudum Köyü, Abdurrahmân Gâzî Tekyesi, Gürcü Meydanı Mesîreleri.
Evsâf-ı Tevâbi’-i Erzurum – Üç aded kale kapularından hâric şark, garb ve şimâlde üç bini mütecâviz re’âya varoşları vardır. Dört taraflarında surları yokdur. Lâkin şâhrâh üzerinde türbe kapuları var. Kalenin kıblesinde Tebriz Kapusundan tâ Erzincan Kapusuna varıncaya kadar bir kat kale esâsına mübâşeret olunarak bazı yerleri bir adam boyu rûy-ı zemîne çıkmış ise de itmâmı müyesser olamamışdır. Eğer bunlar itmâm idilecek olsa Erzurum bir kal’a-i Kahkahâ olurdu. Cenûb varoşu yedi mahalledir. Pazar Başı mahallesi de dâhilinde olup suları çokdur.
(…)
Lisân ve Ehl-i Hâl-i Erzurum – Kelimâtları şu edâdadır: “Harda idin?” = Nerede idin? demekdir. Daha bunun gibi şeyler. Lâkin ehl-i ilm ü kemâli fesâhat ve belâgat üzere söylerler. Eshâb-ı ma’rifeti hususiyle Hattat Ömer Çelebisi meşhûrdur. Erbâb-ı ma’ârifin eğlencesi meddâh-ı Hamza-i Bâ-Safâ, Kasap Kurd, Şeb-bâz, Hayâl-bâz Kandilli Oğlu. Diyarbakırlı Yahyâ şâkirdi hânende Veysî Çelebi en meşhûr ehl-i ma’rifetleridir. Ehl-i hâllerinden ve meczûbûndan (Külhânî Ahmed Dede) germâ-germ ateşli külhana girüp hâb-ı nâza varırdı. (Sıyâmî Dede) cellâd elinden bir kaç bî-günâhı halâs idüp ertesi günü cürüm sahiplerini bularak tahta kılıcıyla urup öldürürmüş. Bu zât bir kolu meflûc külâhlı bir cân olup nice kerâmeti var. (Sefer Dede) Erzurum kışında üryân gezerdi.
Erzurum gerçi şiddet-i şitâ kânıdır. Ama müşebbek bostanları vefret üzre olup kavunu, karpuzu, lahana ve badincanı, çirişi çok olur. “Vâsi’atü’l-aktâr, rahîsatü’l-es’âr” didikleri yer tam burasıdır. Arzı mahsûl-dârdır. Vilâyet-i vâsi’i ma’mûr hınta ve sâ’ir gılâlı meşhûr, nafakası hûb u mergûb, mezra’aları vâfir, berekâtı mütekâsir, ni’metleri firâvân nice bîn uyûn ve enhârı cârî ve revân bir şehr-i Rûm-î âbâdandır. Ol kadar ucuzluk ki âlü’l-’âl deve dişi gibi buğdayın beş hımârı bir guruşadır. İki at yemi bir akçeye, bir hımâr arpa iki akçeyedir. Bir kıyye olan beş dane hâs, beyaz etmek bir akçeyedir.
(…)
Kışı katı olduğundan iki ayda eker, biçer, cem’ idüp döğerler. Ale’l-fevr der-anbâr iderler. Bizim senede mâh-ı Temmûzda iken bir ra’d ve berk, tipi, bora, berf ü bârân olup atlarımız boşanarak civar köylere kadar kaçdılar. Beş, on gün öyle sergerdân gezdiler. Hatta efvâh-ı nâsda şöylece darb-ı meseldür: Bir dervişe “Kandan gelürsin?” dimişler. “Berf rahmetinden gelirem” dimiş. “O ne diyârdır?” dimişler. “Soğukdan ere zalûm” olan Erzurumdur” dimiş! “Anda yaz olduğuna rast geldin mi?” dimişler. “Vallahi on bir ay yiğirmi tokuz gün göremedim” dimiş! Bir de, bir kere kedinin bir tamdan diğer tama sıçrarken mu’allakda tonup kalmış. Sekiz aydan sonra Nevrûz-ı Hârzemşâhî geldikde tonu çözülüp mavlayarak yere düşer. Meşhûr darb-ı meseldir. Ama hakîkatü’l-hâl bir adamın eli yaş iken bir demir parçasına yapışsa derhal donar. Elini demirden koparmak ihtimâli olmaz. Ancak sehl derisi yüzüldükten, âhenden el dûd-ı âh ile tahlîs olunabilür! Azak ve Kıpçak’da zemherîr geçirdim. Böyle şiddet-i şitâ görmedim. Meyveleri iki konak yerden İspir, Tortum ve Erzincan’dan gelir. Şeftalisi, kayısısı, üzümü kıyyesi bir akçeye satılur. Bir araba kavun ve karpuz on akçeye virülür. Hâsılı me’kûlât cihetinden lâ-nâzir bir şehirdir. Lâkin odunu yokdur. Cümle dağları çıplakdır. Ama hikmet-i Hudâ, yine odunu ucuzdur. İki konak yerdeki dağlardan (geren) dirler, gemi direkleri getirirler. Kırk arşun boyunda olur. Kırk akçeye virirler. Paşanın odunu içün gümrüğe gelen cümle kervan develeri birer sefer odun getirirler, kanundur. Başkaca odun ağası vardır. Bir deve yükü odunu otuz akçeye virirler. Ama yerlilerin koyun ve sığırları çok olduğundan fukarâları sığır tezeği yakarlar. Fukarâ re’âyâsının cümle ocakları evlerinin ortasındadır. Dört çevrelerinde hayvan durup hâneleri hamam gibi olur. Tennûrelerinde herîse ve ekmekleri pişer.
Evsâf-ı Eğerli Dağı- Erzurum’un kıble cânibinde yarım sât bu’dunda bir kûh-ı bülend olup ismine (Eğerli Tağ) dirler. Çünki zirve-i a’lâsı iki çataldır ki Hınıs ve Malazgird kalesine, Bingöl yaylasına andan gidilür. Bu tağda hükemâ edviyesi ile tutya çiçeği râyihasından adamın dimâğı mu’attar olur. Yarbaşı, ışfın, südlüce, kıjı, tere, râvend, cedvar, yebrû’u’ssanem, şâh-tere ve nice bin dürlü sâ’ir edviye bu tağda mevcûddur. Nice kehhâller burada tutya cem’ idüp kırk senelik alîllerin gözüne mil ile çeker, mahvolmuş çeşmleri rûşen iderler. Yüz elli hâneli sünbül ve müşk-i rûmîsi olur. Lâlesi, zerrînî, şekâyık ve tirfilî, sakarî, na’nesi meşhûr olup bûy-ı hoşu adama hayat verir.
Evliya ÇELEBİ, Seyahatname
Metindeki bazı sözcüklerin anlamları:
aktar : Taraf, yan.
akmişe : Yün veya pamuk kumaş.
ale’l-fevr : Derhal, birden.
arzan : Enine.
bâb : Kapı.
bedestân : Değerli eşyaların bulunduğu çarşı.
berf ü bârân : Kar ve yağmur.
busât : Kilim, minder, keçe yaygılar.
bûy-i hoş : Hoş koku.
cânib-i şarkî : Doğu tarafı.
cemî-i âlât : Aletlerin tümü.
cenûb : Güney.
çuha : Yün kumaş.
edviye : İlaçlar.
efvâh-ı nâs : Halkın ağzı, lisanı.
ehl-i hiref : Kumaş dokuyan sanatkârlar.
ehl-i ilm : İlim adamları.
erbâb-ı ma’ârif : Bilgili kişiler.
eshâb-ı ma’rifet : Becerikli kişiler.
fâhire : Değerli.
fesâhat : Amaca uygunluk, düzgünlük.
firâvân : Çok, bol, fazla, aşırı.
germâ-germ : Kızışıp ısınmış, pek kızışmış.
gılâl : Tahıllar, mahsuller.
hâb-ı nâz : Naz uykusu.
halâs : Kurtulma, kurtuluş.
hayât-i câvidânî : Dâimî hayat.
herîse : Keşkek yemeği.
hûb : Güzel.
itmâm : Tamamlama, bitirme.
kadîm : Eski.
kaviyy : Güçlü, sağlam.
kazzâz : İpek işleyen, ipek satan.
kehhâl : Göze sürme çeken kimse.
kile : Ölçek.
kisb : Çalışıp kazanma.
kûh-ı bülend : Yüce dağ.
libâs-ı ehâlî : Halkın elbisesi.
ma’rûf : Tanınmış, bilinen.
meczûb : Allah sevgisiyle kendinden geçme.
meflûc : Kımıldamaz hale gelme.
me’kûlât : Yiyecekler.
mergûb : Rağbet edilmiş, beğenilmiş.
mestûr : Yazılmış, çizilmiş.
mu’attar : Güzel kokulu.
muhâsara : Kuşatma, etrafını çevirme.
mübâşeret : Bir işe başlama, girişme.
münhedim : Yıkılan, yıkılmış.
mütecâviz : Aşan, geçen.
mütekâsir : Çoğalan.
müyesser : Kolay olan.
nâfi : Faydalı.
pertev : Işık, parlaklık.
rasâs-ı hâs : Kalay.
râyiha : Koku.
re’âya : Halk.
revân : Yürüyen, giden, akan.
rûşen : Aydın, parlak, belli.
sarâchâne : Meşinden eşya yapılan ve satılan yer.
sehl : Kolay, sade.
sergerdân : Başı dönen, sersem, perişan.
seyâhân : Batma.
şâh–tere : Otsu bir bitki.
şâh-râh : Büyük işlek yol, ana yol.
şâkird : Talebe, çırak, stajyer.
tahlîs : Kurtarma, kurtarılma.
tahte’l-kal’âsı : Kale altı.
târik : Terk eden, vazgeçen.
termîm : Tamir etme, onarma.
ten-perver : Rahatına düşkün.
tennûr : Fırın, tandır.
tirfîl : Bir tür bitki, yonca.
tûlen : Boyca, boyuna.
vâfir : Bol.
vefret : Çokluk, bolluk.
vâsi’i : Geniş
yebru’u’ssanem : Bir tür bitki.
zülâl-i hayat : Hayatın tadı.
Bu metin Evliya Çelebi’nin XVII. yy.da yazmış olduğu bir gezi yazısı örneğidir. Evliya Çelebi; divan edebiyatı nesrinin önemli eserlerinden olan Seyahatname adlı eserinde gittiği yerlerin tarihini, coğrafyasını, iklim ve doğasını, insanlarını, sanat yapıtlarını, gelenek ve göreneklerini araştırıp yazmıştır. Bu durum Seyahatname’nin önemli bir kaynak olmasını sağlamıştır. Seyahatname’nin bir başka önemli yönü, eserin dil ve üslubudur. Evliya Çelebi, eserini konuşur gibi yazmayı amaçlamış bu nedenle divan edebiyatının süslü, sanatlı anlatımından kaçınmıştır. Söz hüneri göstermek hevesine kapılmadan, kısa cümlelerle, sürükleyici ve akıcı bir anlatımla izlenimlerini dile getirmiştir.Yazarın düşünceye ve göze hitap eden güçlü tasvirler; sıcak bir mizahı mübalağa ve secilerle (iç kafiye) yüklü üslubu dikkat çeker. Evliya Çelebi eserinde yalnız gözlemleriyle yetinmeyip birçok bilimden yararlandığı gibi belli başlı kanunnamelere, menkıbelere de başvurmuştur. Bu eserinde gözlemlerini en ince ayrıntısıyla aktarmıştır. Evliya Çelebi gezmeye ve bu gezilerde edindiği izlenimleri yazmaya başlamasını, gördüğü bir rüyaya bağlar. Rüyasında Peygamber Efendimiz’e “Şefaat ya Resulallah” diyeceğine “Seyahat ya Resulallah” demiştir. Önce İstanbul’u daha sonra da imparatorluğun birçok yerini gezmiş ve gördüklerini yazmıştır.
der beyan-ı cevami-i erzurum indir.