ANI ÖRNEĞİ:
İLK ÇOCUKLUK
Bende kitap merakının ne zaman başladığını bulmak için gözlerimi geçmişe çevirdiğimde çocukluğuma kadar inmek gereğini duyuyorum. İlk kitaplığım, elime geçirebildiğim bir ayakkabı kutusu olmuştur. Bütün özen ve dikkatimle burada sakladığım değerler de sanırım sokaklarda satılan destanlar, Âşık Garip ve Kerem hikâyeleri idi. Daha sonraları, marangoz yapısı ufak bir kitaplığım olduğu vakit de oynarken içine girebilecek kadar küçüktüm.
Oyun ve oyuncak… Başım pek hoş değildi onlarla. Babamın beni oyuna zorladığını bugün bile hatırlarım. Ama kitaplarla oynamak için özendirilmeme pek gerek yoktu. Sonunda babam kitaplara zarar vermediğimi anlayınca, kendininkileri de bana bırakmakta güven gösterdi.
Hazreti Ali’nin savaşları, Battal Gâzi, Kara Davut… elime nereden geçtiğini bilemediğim kitaplar. Âşık Garib’e, Kerem hikâyesine yeğ tuttuklarım bunlardı. Geceleri aile arasında okunan romanlar bile, örneğin Hayber Kalesi önünde Hazreti Ali’nin gösterdiği yiğitlik hikâyeleri kadar coşku uyandırmazdı bende.
Ev yaşamımızın bendeki en eski anıları, bu gece okumalarıyla karışıktır. Yemekten sonra babam kahvesini içerken biraz konuşulurdu. Sonra babamın bir işareti üzerine ablam eline bir kitap alır, gaz lambasının yanına oturur, bir gece önce bıraktığı yerden okumaya başlardı. Annem, babam sessizce dinlerlerken ben hikâyeyi izlemeye uğraşır, sonunda yorulup minderin üzerinde derin bir uykuya dalardım.
Bu gece okumalarından hatırladığım ilk romanlardan biri Felâtun Bey’le Rakım Efendi’dir. Babam, yazarı Ahmet Mithat Efendi’ye çok değer verirdi. “Ne yazarsa iyi yazar” diye överdi. Kitabının böyle dikkatle okunduğunu, ilgiyle izlendiğini görüp övüldüğünü işittiğim kişi de, hayalimde bir yarı Tanrı gibi yücelirdi.
Dikkat etmiştim. Ahmet Mithat Efendi’nin romanları okunurken annemle babam arasında küçük tartışmalar olurdu. Mithat Efendi, anlattığı hikâyeyi yarıda kesip başka konulara atlar, bilgiler vermeye girişirdi. O zaman annem, “Buraları atlayalım, içim sıkıldı” der, ama babamı kandıramazdı. Doğrusu önceleri anneme hak verdiğimi hatırlıyorum.
Muhasebecilik göreviyle babam Serez’e giderken bizi de götürdüğü zaman sekiz yaşlarındaydım. Bu gece okumaları orada da sürdü. Ama kolayca uykum gelmediği için romanları daha çok ilgiyle izleyebiliyordum.
Monte Kristo’lar, Hasan Mellâh’lar, Hüseyin Fellâh’lar ve adlarını şimdi unutmuş olduğum daha birçok roman… Hepsi birer birer, aile ocağımızın o durgun, sessiz ve içten yaşamına güzellik ve coşku kattılar. O günlerde babam görevle gittiği Selânik’ten dönerken bana Ahmet Mithat Efendi’nin Hayret romanını getirdiği vakit, akla gelebilecek bütün armağanlardan daha çok sevindirmişti beni.
Artık ben de Ahmet Mithat Efendi’nin ümmeti arasına girmiştim. Burada “ümmet” sözcüğünü tartarak kullanıyorum. Gerçekten, yazarına beslediğim saygı duygusunu gereğince anlatabilmek için bundan başka deyim bulamıyorum.
Yaşım ilerledikçe, yalnız geceleri okunan kitaplarla yetinmemeye başlamıştım. Gündüzün elime geçirdiklerimi fırsat buldukça okur, çabucak bitirirdim.
Babamın küçük kitaplığı, aslında benim duyduğum gereksemeyi karşılamaktan uzaktı. Çünkü onun kitaplarının hemen hiçbirinden bir şey anlamıyordum.
(…)
Sanki anlamadığım başka bir dille yazılmıştı. Yarım sayfasını bile okumaya dayanamazdım. Kitaplıktaki Hadikatüssüeda adlı eser de cildinin güzelliğiyle beni ilgilendirirdi ama okuyunca hiçbir şey anlayamazdım.
Bunlara oranla Divan’lar daha cana yakın görünürlerdi bana. Hiç değilse içlerinde anlayabileceğim bazı satırlara rastlıyordum. Bu yüzden Fuzuli, Nedim, Nabî, Sümbülzade Vehbi divanları elimde dolaştı durdu. Ama hiçbirini sevemedim. Yalnız Enderunlu Vasıf’ın Divan’ına daha çok yakınlık duyduğumu hatırlıyorum. Sanırım edebiyat değeri bakımından ötekilerle karıştırılabilecek düzeyde değildir. Ama anlıyordum. (…)
Kitapçı Arakel’in gönderdiği kataloğu uzun uzun incelemiştim. İçinden birçok kitap seçtim. Getirtmek istediğim eserler arasında bir dama broşüründen Şevahidünnübüvve’ye kadar her çeşidi vardı. Babam isteğimi kırmadı. Uykum kaçacak kadar sabırsızlıkla beklediğim bu kitaplara kavuşunca büyük bir açlıkla üzerlerine atıldım.
Şevahidünnübüvve… Peygamberimizin gösterdiği mucizelerin hikâyesiydi. Çocukluğumda güçlü bir din duygusuyla doluydum. Peygamber hazretleri bir hurma ile bir orduyu doyuruyor, bir parça suyla herkesi kandırıyordu. Ama ben bir türlü doymuyor, kanmıyordum. Taze, titrek, derin bir duyguyla hep daha çoğunu, hep daha çoğunu…
Hazreti Ali’nin yiğitlikleri, Battal Gâzi hikâyeleri, Kara Davut’un serüvenleri, peygamberlik mucizeleri, Nesimî büyüklükleri… Bütün bu doğaüstü yüksek, güzel şeylerin içimde kabarttığı coşkun duygular, Rumeli çevresinin Ortaçağı hatırlatan özgür yaşamı ile iyice uzlaşıyordu.
(…)
Yaylalarda, ormanlarda, kırlarda gezer, koşar, tehlikelere atılır, derin derin yaşardım.
Şimdi çocukluğumu düşünürken kafamın, ruhumun ve bedenimin koşut ve uygun olarak gelişmiş olduğunu görüyorum. Hiçbir zaman yitirmediğim dengemi bu güzel rastlantıya borçlu olduğumu anlıyorum.
Bir gün, ansızın içimde garip bir istek canlandı. “Ben de bir şey yazayım” dedim ama daha bunu düşünürken utandım, vazgeçtim. Öyleyken içimdeki daha güçlü bir şey, bu tasarıdan bir türlü vazgeçmiyordu. Dileğim güçlendikçe, “Ben nasıl yazabilirim?” diyerek onu susturmaya çalıştım. Sonunda bir gün, kurşun kalemini elinde buldum. O, bana başkaldırmış durumda, kendi kendine, ne olursa olsun bir şey doğurmak istiyordu. Yeşil Serez Ovası’nın uzaklıklarında Tahyanos Gölü parladı: İşte konu. Okuduğum eserlerden aklımda kalmış bir cümle ile, “Âfitâb-ı cihân-tâb tulû etmiş…” (Dünyaya sıcaklık ve ısı veren güneş doğmuş…) diye başladığımı hatırlıyorum. Yazık ki (!) bu üstün eserin müsveddesi yırtılmıştır.
İstanbul’a döndüğümüz vakit on üç yaşındaydım. Serez’den ayrılırken beni en çok sevindiren şey, istediğim kitaplara kavuşma olanağının artık gerçekleşmesiydi. Gündeliklerimden başka babamdan kopardığım bütün paraları Babıâli Caddesi’ndeki kitapçı Kirkor Efendi’ye verirdim. O, bana Ahmet Mithat Efendi’nin bütün eserlerini sattı. Benim de bir kitaplığım olmuştu. Ciltsiz durumlarıyla birbirlerine dargın gibi yan yana dizilmeleri pek zor olan bizim Türkçe kitapları, kitaplığımın boş raflarına âşıkça bir özenle dizip karşılarına geçer, mutlulukla kendimden geçercesine uzun uzun seyrederdim. Rafların boş tarafları içime derin bir sıkıntı verirdi. Kitapların irili ufaklı, düzensizliğine de üzülürdüm. Beyazıt’ta Mürekkepçiler Çarşısı’ndaki ciltçi Sait Efendi, kırmızı meşin üzerine yaldızlı en iyi ciltleri gerçi beş kuruşa yapıyordu ama hem kitap alabilme, hem onları ciltletmek, küçük bir öğrencinin dar bütçesi için çözülmesi en güç sorundu.
Artık İstanbul Lisesi’ne gündüzlü öğrenci olarak gidiyordum. Okulumuz, Türbe’de sonradan Maarif Nezareti (Eğitim Bakanlığı) olarak kullanılmış yapıdaydı. Aksaray’da oturuyorduk. Perşembe günleri sabahleyin okula giderken ayaklarım Beyazıt yokuşunu her zamankinden daha hızlı ve istekle tırmanırdı.
O yıllarda yayımlanan romanlar on altışar sayfalık formalar halinde, haftada bir kez, Perşembe günleri çıkardı. Artin adında, bir gözü kör bir dağıtıcı tanımıştım. Beyazıt’taki köşede dururdu. Orası öteki dağıtıcıların da toplantı yeri gibiydi. Perşembe günleri ortalıkta epeyce roman alıcısı birikirdi.
Ben bunların en bağlılarından biriydim. Artin bana güvendiği için bir alacak-verecek hesabı açmıştı. Yağmurlu havalarda tramvayla geçerken bile pencereden benim romanlarımı uzatırdı. Hepsi, Xavier de Montepin’in, Emile Gaborieau’nun ve bu gibi yazarların hep cinayetleri konu edinen romanlarıydı.
Sayfalarını yırtmamaya özen göstererek dikkatle açar, okulda derslerde öğretmenin, teneffüs sıralarında belleticinin gözünden kaçırmaya çalışarak ilgiyle okurdum. Özellikle bazı dersler, roman ve gazete okumaya elverişliydi. Bu izni kötüye kullandığımız da olurdu. Cebir öğretmenimiz Boyacıyan Efendi, ders anlatışının tekdüzeliği için de ara sıra kendi kendisiyle konuşur gibi şöyle derdi:
– 640 Hüseyin Cahit Efendi gene siyasa ile uğraşıyor.!
Hüseyin Cahit YALÇIN, Edebiyat Anıları
Metindeki bazı sözcükleri anlamları:
belletici : Çalıştırıcı, öğretici, belletmen, müzakereci.
bütçe : Devletin, bir kuruluşun, bir aile veya bir kimsenin gelecekteki belirli bir süre için tasarladığı gelir ve giderlerinin tümü.
cebir : (Metinde) Artı ve eksi gerçek sayılarla, bunların yerini tutan harfler yardımıyla nicelikler arasında genel bağlantılar kuran matematik kolu.
kandırmak : (Metinde) İçme isteğini karşılamak.
müsvedde : Yazı taslağı, karalama.
ümmet : Hz. Muhammed’e inanarak, onun yaptıklarını ve söylediklerini uygulayarak çevresinde toplanan Müslümanların tümü.
Bu metin, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Edebiyat Anıları adlı eserinden alınmıştır. Yazar, metinde çocukluk yıllarını anlatmıştır. Bu metinde; nasıl bir aile ortamında büyüdüğünü, kitap okuma alışkanlığını nasıl kazandığını, yetişmesinde etkili olan yerli ve yabancı kaynakların hangileri olduğunu, tutku derecesindeki kitap sevgisini konu edinmiştir. Tüm bunları kendi “ben”inden yola çıkarak anlatmış, anlatımda akıcı bir üslup kullanmıştır.
Yazar, söz konusu eserinde anılarını anlatmaya çocukluk yıllarından başlamış ve 1925 yılına kadar geçen zaman içindeki yaşadıklarını konu edinmiştir. Bu anılarında edebiyat, sanat ve basınla ilgili konulara ağırlık vermiş, bununla birlikte sanat ve edebiyat dünyasından pek çok insanı anlatmıştır. Özellikle kendisinin de dâhil olduğu Servetifünun topluluğu sanatçılarıyla ilgili anıları, eserin temelini oluşturmuştur. Tevfik Fikret, Halit Ziya Uşaklıgil, Cenap Şehabettin, Mehmet Rauf, Ahmet Şuayp, Hüseyin Siret Özsever, Ahmet Hikmet Müftüoğlu anılarda konu edilen belli başlı Servetifünun sanatçılarıdır. Edebiyat Anıları, bu insanları ve içinde yer aldıkları tarihi anlatan bir kaynak olması yönüyle edebiyatımızda önemli bir yere sahiptir. Sanatçı bu kitapta yer alan anılarında kendini, ön plana çıkarmadan olayların ve insanların içinde biri olarak vermiştir.
ilk cocukluk-huseyin cahit yalcin indir.