Genel

Hayber Kalesi Cengi

  Bu metin Hz. Ali’nin kahramanlığını konu alan dinî destansı hikâye örneğidir. Hz. Ali, İslam tarihi içerisinde yiğitliği ve kahramanlığıyla da önemli bir yere sahiptir. Onun içindir ki Hz. Ali ve onun etrafında gelişen hikâyeler, Türk edebiyatı içerisinde oldukça geniş bir yer tutar. Onun kahramanlıkları dilden dile anlatılarak kimi zaman tarihî hakikatleri de aşarak destansı bir boyuta ulaşmıştır. Bu yönüyle Hz. Ali Cenknâmeleri; kahramanlık konusunu işleyen, dine dayalı destansı hikâyeler içerisinde yer alır.

       HAYBER KALESİ CENGİ

       Peygamber Efendimiz kalbine doğan şeyleri çevresindekilerle paylaşmak için çok kereler günün aydınlanmasını bekler. O sabah da öyle olur. Hazreti Muhammed, dostlarıyla ibadet ettikten sonra yüzünü topluluğa dönerek Hayber Kalesi’nin yakında ele geçirileceğini müjdeler.
Hayber, o tarihlerde ekonomik ve askerî bakımdan büyük önemi olan bir kaledir. Kentin çevresindeki bu kale, o çağın savaş araçları ile kolay kolay ele geçirilemeyecek kadar dayanıklıdır.
Hayber, Yahudilerin yerleşim yeridir. Medine ve çevresinden kaçan Yahudiler, kendilerini güvende hissedebilmek için bu kaleye sığınmışlardır. Fakat aradan bir süre geçince savunmadan saldırıya geçmek için hazırlık yapmaya başlamışlardır. Her ne kadar bu hazırlıklar gizli tutulsa da İslam toplumu, el altından bunları haber almakta gecikmez. Medine’nin başlıca ticaret merkezi olan Şam’a giden yolların kapatılma olasılığı da Müslümanları düşündürmektedir. Peygamber Efendimiz’in o sabah, Hayber’in alınacağını haber veren müjdesi herkesi mutlu etmiştir.
Hazırlıklar tamamlanınca başkumandanlığı eline alan Peygamber Efendimiz, bir sabah ordusunun başında harekete geçer. Resulû Ekrem’in sancağını Maaz bin Cebel taşımaktadır. Ordu harekete geçtiği gün, Hazreti Ali’nin gözünde bir ağrı başlar. Hayber önlerine gelindiği zaman Hz. Ali, artan göz ağrısından dolayı çadırından dışarı çıkamaz. Öncelikle Peygamber Efendimiz’in Hayber’de bulunanlara Müslüman olmaları yönünde yaptığı çağrı sonuçsuz kaldığı için Peygamber’imiz, Ukap adındaki atına binerek ordusuna hareket emrini verir.
Hayber Kalesi’nin Komutanı Merhab’dır ancak onun yanında cesareti ve kahramanlığı ile ün salmış Anter ve Amir de vardır. Kuşatma günlerce sürer, her geçen gün şehit sayısı daha da artar. Her seferinde sancak, saygın kişilerce taşınmasına rağmen sonuç yine de değişmez. Savaşın yirminci günü akşamı, iki binin üzerinde şehit oluşu ve beş binden fazla kişinin de yaralandığı anlaşılınca ordunun üzüntüsü daha da artar.
Peygamber’imiz bunun üzerine Hazreti Ali’nin gözlerine sürdüğü ilaçla onu iyi ederek sancağı eline verir. Hazreti Ali bunun üzerine tek başına gittiği Hayber Kalesi komutanına İslam’a çağrı yapar ancak olumsuz yanıt alınca savaşmaya başlar.

Aşağıda Peygamber’imizin Hazreti Ali’yi çağırtıp gözlerini iyileştirmesi ve Hazreti Ali’nin tek başına Hayber Kalesi’ne gidişini anlatan bölümü okuyacaksınız.
       O sırada Hz. Muhammed, Selman’ı yanına çağırarak:
     “Git, bana Ali’yi getir!” emrini verdi.
       Selman doğruca Ali’nin çadırına giderek kendisine Peygamber Efendimiz’in emrini bildirdi ve gözleri bağlı olduğu için etrafını göremeyen Hazreti Ali’yi elinden tutarak Hazreti Muhammed’in huzuruna getirdi.
       Peygamber Efendimiz: “Ya Ali, yanıma gel!” dedikten sonra, başını dizine koyup gözlerinin ağrısının geçmesi için Allah’a dua etti.
       Hazreti Muhammed’in güzel dualarının ve kullandığı bu ilâcın etkisiyle, Ali’nin gözleri hemen iyileşti ve çevresini görmeye başladı. Böylece günlerden beri çadırından çıkamamasına neden olan rahatsızlığından iz kalmadı.
       Ali’nin sağlığına kavuşması, tüm dostlarını sevindirmişti. Peygamber’imiz ayağa kalktı; üzerinde taşıdığı silâhları ve kutsal sancağı Ali’nin eline vererek:
     “Ya Ali! Hayber’in alınması seninle gerçekleşecektir. Haydi, göreyim seni!” dedi.
       Hazreti Ali, Zülfikâr’ını beline kuşanarak ve sancağı da sağ eline alarak atına bindi. Hızla Hayber Kalesi’ne doğru at sürmeye başladı.
       Ali, Peygamber’in emrini bir an önce yerine getirmek için, askerin harekete geçmesini bile beklemeyerek tek başına yola çıkmıştı. Ordu safları arasında kahramanlığı dillerde destan olan İmam Ali’nin bu hareketi, askerlerin savaş isteğini sanki ateşlemişti. Fakat onun ne yapacağını kimse kestiremiyordu.
       Hayber Yahudileri, uzaktan tanımadıkları birinin belinde kılıcı, at üstünde dolu dizgin kendilerine doğru yaklaştığını görünce, şaşkınlık içinde kaldılar.
       Yirmi bin kişilik ordunun, ele geçirme konusunda çaresiz kaldığı bir kaleyi, acaba bu atlı adam tek başına ele geçirme sevdasına mı düşmüştü? Yahudiler, buna fazla bir olasılık vermemekle beraber, onun barış istemek için gelmediğini anlamakta gecikmediler. Fakat Hayber’in savunma düzenine o derece güveniyorlardı ki; tek atlı değil, on binlerce kişi bile hep birden saldırmış olsa, kalenin bir taşını bile yerinden sökemeyeceği konusunda hiç şüpheleri yoktu.
       Hayber’in ileri gelenlerinden Anter, hızla kaleye gelen bu atlıyı yanındakilere göstererek:
     “Acaba bu da kim?” diye sordu.
       Yahudilerden biri: “Divanenin biri olmalı! Yoksa bu gülünç harekete kalkışmazdı!” cevabını verdi. (…)
       Kalenin burcu üzerinden, kim olduğu bilinmeyen bu atlının hareketlerini izlemekte olan Anter, bir ara kendini tutamayarak önce:
     “Sen kimsin ve ne cesaretle buraya gelebildin?” diye haykırdı ve sonra da; “Muhammed’in askeri arasında mısın yoksa bir yabancı mısın?” diye sordu.
       İmam Ali, Anter’e bulunduğu yerden şu cevabı verdi:
     “Evet! Çok doğru bildin. Ben, Muhammed’in askeriyim ve Muhammed’in emriyle kalenizi ele geçirmeye geliyorum!”
       Anter: “Kaleyi zorla alamayacağınızı anlamış olmalısınız! Öyleyse, bizi hile yolu ile mi yenmeyi düşünüyorsunuz?” diye bağırdı.
       Hazreti Ali:
     “Hayır! Sizi aldatmak aklımdan bile geçmedi. Ben bu kaleyi sizin elinizden zorla alacağım!” dedi.
       Anter, gürültülü bir sesle güldü ve:
     “Sen mi? Tek başına sen mi yapacaksın bu işi? Ey talihsiz! O halde aklından zorun var senin!” dedi.
       Hazreti Ali, Zülfikâr’ını eliyle yoklayarak şöyle seslendi: “Bu kılıcın karşısında boyun eğmeyecek yiğit yoktur!”
       Anter sordu:
     “Ne var bu kılıçta?”
     “Onu, karşı karşıya geçip vuruştuğumuz zaman anlarsın!”
     “Anlaşıldı! Bu da Hazreti Muhammed’in bir büyüsü olmalı!” dedi Anter.
       Hazreti Ali:
     “Büyü ve sihirbazlığın Müslümanlıkta yeri yoktur. Peygamber’imiz sihirle değil, inanç gücü ile hareket eden Tanrı’nın en sevgili kuludur.”
       Yahudi sordu:
     “Peki ama sen kimsin?”
       Ali:
     “Ben mi? Ben; mertlerin şahı, kavga meydanının eri, Allah’ın Aslan’ı, Ebu Talib’in oğlu Ali’yim!” dedi.
       Anter, tüm Yahudiler gibi Hazreti Ali’nin ününü duymuştu. Şaşkınlıkla haykırdı: “Ya! Ali dedikleri sensin öyle mi?”
     “Evet. Ali benim. Belimdeki silâh da Zülfikâr adını taşıyan kılıçtır ki, tüm inançsızlara aman dedirtmiştir. Onu taşıyan bilek bugüne kadar hiç bükülmedi.”
       Yahudi, Ali’nin söylediklerine bir türlü inanamıyordu. Bununla beraber, içini hafif bir korku almıştı. O korkunun etkisiyle sordu:
     “Ya bu altındaki at? Onun da kılıcın gibi üstün özellikleri var mı?”
     “Evet! Onun da adı Düldül’dür. O, öyle bir attır ki, binicisini dağdan dağa uçurur. Sıkıştığı zaman, üç aylık yolu üç saatte alır. Açlığa, susuzluğa günlerce dayanır. Sahibine çok bağlı ve özverili bir hayvandır. Ne kadar becerikli bir binici olursa olsun, üzerine benden başka kimseyi bindirmez.”
       Anter, tekrar uzun uzun gülerek:
      “Bu yalanlara beni inandıramazsın! Çünkü görüyorum ki, sen de benim gibi bir insansın!” dedi.
       Ali:
     “Evet; doğru! Ben de Tanrı’nın başka kulları gibi etten ve kemikten yaratılmışım. Fakat bu madde gücünün dışında bende öyle bir güç vardır ki, işte ben ona bol bol sahibim!” dedi.
       Hazreti Ali, bunları söyledikten sonra, az önce yere diktiği sancağı eline alarak Düldül’ü hendeğe doğru sürdü. At, bu geniş hendeği hiç zorluk çekmeden atlayarak bir sıçrayışta karşı tarafa geçivermişti.
       Ondan, böyle bir hareket beklemeyen Hayber savaşçıları, hemen saldırıya geçtiler. Ali’nin üzerine oklar, taşlar, tutuşturulmuş yağlı bez parçaları fırlatmaya başladılar. Fakat çok yetenekli bir savaş atı olan Düldül, kahraman sahibini bu tehlikeli silâhlara hedef olmaktan kurtararak yoluna devam ediyordu. Yahudilerin korkusu ve telaşı iyice artmıştı.

 O sağlamlığı ile ünlü Hayber Kalesi’nin kapısının iki halkasına, aslan pençesini andıran bileğiyle sımsıkı yapışan Şahı Merdan, bu halkaları öyle kuvvetlice çeker ki kalenin demir kapısı yerinden kopar. Hazreti Ali bu kapıyı hendeğin üstüne koyarak kale ile hendek arasında bir çeşit köprü kurar. Yahudiler bu saldırılar karşısında daha fazla direnemezler. Hazreti Ali’nin savaşa katılmasıyla Hayber Kalesi alınmış olur.

 Hz. Ali Cenknameleri

Metindeki bazı kelimelerin anlamları:
dillere destan olmak : Çok tanınmış, ünlü olmak.
dolu dizgin : Son hızla.
zülfikar : Hz. Muhammed’in Hz. Ali’ye armağan ettiği ucu ikiye ayrılmış kılıç.

       Bu metin Hz. Ali’nin kahramanlığını konu alan dinî destansı hikâye örneğidir. Hz. Ali, İslam tarihi içerisinde yiğitliği ve kahramanlığıyla da önemli bir yere sahiptir. Onun içindir ki Hz. Ali ve onun etrafında gelişen hikâyeler, Türk edebiyatı içerisinde oldukça geniş bir yer tutar. Onun kahramanlıkları dilden dile anlatılarak kimi zaman tarihî hakikatleri de aşarak destansı bir boyuta ulaşmıştır. Bu yönüyle Hz. Ali Cenknâmeleri; kahramanlık konusunu işleyen, dine dayalı destansı hikâyeler içerisinde yer alır.

Hazreti Ali çevresinde oluşan cenknâmeler, 13. yüzyıldan itibaren Anadolu sahasında tercüme, telif ve adapte yoluyla işlenmiştir. Sözlü gelenekte var olan cenknâmeler, daha sonra yazıya geçirilmiştir. Cenknâmelerin büyük bir kısmının günümüzde yeniden ele alınıp hikâyelere konu edilmesiyle bu eserler, modern Türk hikâyeciliğine kaynaklık etmiştir.

Yazdır

Yazar hakkında

admin

1 yorum

Yorum yap