Deneme Örnekleri

KOLYELİ YEŞİL PAPAĞAN-SALAH BİRSEL

KOLYELİ YEŞİL PAPAĞAN

Aysarı çiçekleri

Bir gecede açtılar
Kar ağaçları
Eridiler bütün gün
Bense yattığım yerden
Kokularını duydum
Tavana vuran
Işıklarını gördüm
                         (Necati Cumalı)
          Doğa renk demektir.
          Karmen kırmızısı, aşı boyası, gelin alı, firuze mavisi, camgöbeği, laci, çimen yeşili, safran sarısı, Çin Beyazı, kartal kuşu gibi beyinlerde pervaz eder.
          Kimi paraşütçüdür. Kibar hoppası, canberaber, bağırtlak. Kimisi de kiraz bülbülü, sarı sevda gör beni, güllüdiba, şahbenekya da kolyeli yeşil papağan. Topu da çıngır çıngır kahkaha atarlar. Gülbank sesleriyle ayyuka, gökkubbenin doruğuna yetişirler.
          Gerçi güzbeyinde yeşil gözlü ağaçların çoğu uykuya yatar, başlarını yastığa yapıştırmadan önce de urbalarım pırnam pırnam parçalayıp sokaklara serperler ama serviler, kurtbağırları, mazılar, çamlar, sedirler dimdik ayaktadır. Yeşillerini soyunmaya da hiç mi hiç yanaşmazlar. Kimileriyse ortalarda mavi dekoltelerle gezinir.
          Aralıkta, bir oyun da oynanır. Atkestaneleri yeşil fularlarını silkelemeden önce bir süre (kasım ortalarında) tarçıni bir roba di kamera’ya (gece giysisi) bürünür.
          Beri yandan açalyalar kırmızılarını, kadife çiçekleri sarılarını ve tahinilerini, güller kırmızı, beyaz ve sarılarını, Afrika menekşeleri morlarını, siklamenler de siklamenlerini daha uzun süre bahçelerde ya da odalarda dolaştırırlar.
          Ateşdikenlerine de bin teşekkür ki, hemen hemen bütün kış havaya
kırmızılarını fırlatırlar.
          Kasımpatları da sarılı, portakallı, pembeli ve de beyazlı cümbüşlerle
sonbahar ve kışın dimağını kokulandırır.
          Haa kaktüsler de bıkmazlar, usanmazlar, şank, şank maviliklerini
bağırırlar.
          Doğa bir kutu. İçi serüven dolu. Ama kuğurdaması yeşil üzerinedir.
          Yazımızın şekerini artırmak için belirtelim ki, Baudelaire de yeşilin, doğanın temelini oluşturduğunu yineler. Ona göre yeşil her tonla kolayca bağdaşır. Yalnız sarı ve maviye yüz vermez. Maviye sadece “yapyalnız ve anlaşılmaz” adını verdiği siyahlar koşarsa koşar.
          Baudelaire doğayı transa geçmiş bir hızla dönen bir fırdöndüye
benzetir:
          — Ne var, fırdöndü tüm renkleri kucakladığı halde bize kurşuni bir yüzle görünür, özsu da yükselir ve de karışık tonlar içinde erir. Ağaçlar,
kayalar, granitler ise gözlerine denizi kestirip yansılarını onun kucağına bırakır. Tüm saydam nesneler de yolları üstündeki ya da uzaklardaki renklere ve ışıklara çengel atar.
          Ressam Kandinsky de Sanatın Tinsel Yanı (Du Spirituel Dans L’Art)
adlı kitabında sıcak ve açık renklerin gözleri daha çabuk büyülediğini, hele
ateş renginin bakışları azdırdığını söyler:
        — Koyu limon sarısı da gözleri yorar. Boru sesiyle aşınan bir kulak gibi gözün kıpraşmasına neden olur. Bir kadife etkisi, kaygan bir duygu uyandıran renkler de vardır. İnsanlar böylelerini okşamak isterler. Koyu deniz mavisi yani laci, krom yeşili ve laka kırmızısı bunlardandır.
Kandinsky tadların bir rengi olduğuna inanan insanlardan da açar.
Dresdenli bir doktorun kelli felli bir hastası varmış ki, kimi soslardan mavi
bir tad alırmış.
          Kandinsky, giderek, renklerin kokusundan ya da esinden dem vuran kişilere rastlanıldığına da değinir. S. Unkovvsky adında bir hatun
renklerin sesini duymaya ve de seslerin rengini görmeye meydan veren bir yöntem geliştirmiş. Soriabine adındaki bilgin ise deneysel bir yolla musiki tonlarıyla renk tonlarını karşılaştıran bir tablo düzenlemiş.
         Ahmet Rasim de renklere özel bir ilgi gösterir. Ördekbaşı, kumrugöğsü, sincabi, yanık al, menekşe moru çarşaflar onu hop oturtur, hop kaldırır. Hele fes rengi, samanî, fındıkî, laci, kanarya, şeker rengi, zeytuni, şarabî, ekşi karadut işlemeli olanlarına bayılır. Kısacası, renk panoramasının bir ucundan girer, öbür ucundan çıkar.
          1960’ta Nobel Edebiyat ödülünü kaldıran Saint John Perse de denizin lacisine ve de mavisine vurgundur. Denizin kadınların gözlerini daha da grileştirdiği görüşündedir. Dahası, sözcüklerinin denizden yaratıldığını, denizden yemek-içmek ettiğini söyler.
          Rimbaud da A’nın siyah, E’nin beyaz, İ’nin kırmızı, Ü’nün yeşil, O’nun da mavi olduğuna varmıştır. Kendi demesine göre, sessiz harflerin rengini kendisi yaratmıştır. İlkin her sessiz harfin biçimini, devinimini ayarlamış, sonra da dört bir yana çekilebilecek yani herkeslerce benimsenecek bir şiir diline yol vermiştir. Ne ki, bunu sağlamak için de sessizliklerin ve gecelerin ne olduğunu saptamıştır. Anlatılamayacak olan nesneleri de bir yana not etmiştir. Ha evet, baş dönmelerini de sımsıkı bağlamıştır.
          Mithat Cemal Kuntay da Rimbaud’dan esinlenerek harfleri renklendirir.Yalnız o, seslilere değil, sessizlere uzanır:
          — Şiir renktir. Seste renk. Şair sözcüklerin sesini renkli olarak duyandır. Sade sözcükler değil, harfler bile renklidir. Sözgelişi “Elif’ siyahtır. “Be” beyazdır. “Cim” kırmızıdır. “Nun” da mavi.
          Bu sözleri Mithat Cemal, Mehmet A k if e söylemiştir. Onun şiirinde renk bulmadığını sandığı bir gün. O gün, edebiyatta geleceğin “ renkli ses” te olduğunu da fıslamıştır Akif’e:
          — Sesin rengi, günün bilimsel sorunudur. Fizyoloji bilginleri kimi insanlarda sesi görme duyarlığı bulunduğunu saptadılar. Sesi görebilen, sesi gösterebilen de kim? Şair değil mi? Bilginler buna renkli duyuş diyorlar. Bu, öyle bir olaydır ki, görmek ve duymak dediğimiz o iki
duyu -birinden birinin uyanması, harekete geçmesiyle- bir anda ve birlikte işlemeye başlar. Sana başka türlü anlatayım: Her kimde ki renkli duyuş özelliği vardır, onda her sözcüğün, her musiki aletinin sesi renge dönüşür.
          Renge, Osmanlılar da alkışlı bir dostluk gösterirler.
          Renk onların yakın sırdaşı ve de sırlarının koruyucusudur.
          Ahmet Rasim, Sultan I. Ahmed’in, tanyeri ağarırken, kızgın bir halde Sultan Bayezid Köşkü’ne gidip orada yeniçeri bölük ağalarıyla kâtiplerini (ulufe yüzünden patırtı çıkarmaları yüzünden) azarladığı gün üstünde kırmızı bir ruba bulunduğunu yazar.
          III. Ahmed de her hafta camiye giderken yeşil sırma kürkünü giymeyi
hiç savsaklamazmış.
          II. Ahmed ise 1691 Temmuzu’nun başında Şeyhülislamın eliyle kılıç kuşanmaya gittiğinde, sıranda geniş ve devrik yakalı bir kapaniçe kürkle görülmüştür.
          Haluk Y. Şehsuvaroğlu da III. Mehmet’in, Tokay Ovasında cenk ettiği gün -b ir cuma günü- açık mavi atlastan bir mintan giydiğini yazar.
Önü renkli şerit, iç kenarları renkli atlasla çevrili.
          Şehsuvaroğlu, III. Mehmet’ten geriye 27 giysi kaldığını da söylemiştir. Bunlar arasında kavuniçi, gül kurusu ve de kırmızı atlastan kaftanlar başı çekmektedir. Krem zemin üzerine klaptan dokumalı ve de yeşil ve bal renkli kadife çiçekli bir dış kaftanı da ünlüdür.
          II. Selim de renkli giyinmeye pek meraklıymış.
          Çokluk kırmızı atlas üzerine kaftan giyermiş. Ay, lale resimleri olan sarı sırma şerit çarpazlı bir kaftanı da pek severmiş. Krom sarısı atlas üzerine, güvez atlastan kesilmiş büyük boy armudî paftalarla süslü bir  entarisi de sayılmışur.
          Kanunî Sultan Süleyman ise çokluk açık renk atlaslara, ipeklilere yüz verir. Krem ipekliden dikilmiş kahverengi yollu bir entarisi de varmış. Yolların iki yanından, uçlarında kırmızı karanfil ve lale bulunan yeşil yapraklar fışkırırmış.
          Yavuz Sultan Selim’in giysileri arasında ise iki hırka ünlüymüş. Biri güvez zemin üzerine sarı klaptan dallıymış. Dallarında da mavi, kırmızı, yeşil çiçekler dalgalanırmış. Öbür hırkanın yeri ise barutî’ymiş. Üstünde sarı dallar. Ortası pişmiş ayva.
          Ateşli sazları kullanma ustalığında olan sadrazamlar da giyim kuşamda padişahtan pek geri durmaz. Bunlar Hırka-i Şerif ziyaretinde, bayramlaşma törenlerinde, mevlitlerde ya da padişah huzurunda başlarına kenarı sırma işlemeli fes kondururlarmış. Sırtlarına da yakası som sırmalı beyaz çuhadan elbise geçirirlermiş. Seferlerde de kırmızı kadife şalvar giyerlermiş. Başlarında da kallavi ve çaprastlı kırmızı kavuk bulunurmuş.
         Ahmet Rasim, vezirlerin de öteden beri yeşil üstlükle alay gösterdiğini yazar. Şüyhülislamlar da beyaz çuhadan feraceye ve çuha elbiseye yakın dururmuş. Kazaskerler ise açık yeşil çuhadan ferace giyerlermiş. Başlarına da şeyhülislam gibi yeşil ya da beyaz tülbent sararlarmış.
          İstanbul payelileri de güvez (mora yakın kırmızı) sof üstlük, güvez çuha ferace taşıyıcısıdır. Mekke’den Üsküdar payelisine kadar olanlar da sırtlarına mor üstlük, mor ferace yakıştırırlar. Başlarındaki tülbent yine
yeşil ve beyaz.
          Kaptan Paşa ile görevde bulunan tüm beylerbeyleri de güveze düşkündür.Sırtlarına geçirdikleri yakası sırmalı hırvatî’ler mor kırmızıdır.
Müderrislerle Ayasofya Hatibi’nin çuha feraceleri ise mavidir.
          Mavi, daha doğrusu gökmavisi, şeyhülislamla kazaskerlerin çizmelerinde de görünür. İlmiye sınıfının çizmeleri de gökmavisidir. Vezirler, hocalar ise resmi günlerde kırmızı, öbür günlerde sarı çizme geçirirler ayaklarına.
          Vezirlerin, bilim adamlarının, hocaların törenlerde, yağışlı günlerde
başlarına geçirdikleri kukuletalar ise al renktedir.
          Beyaz, evet beyaz bir de, padişah bir yere gittiği vakit, kendisini koruyan yeniçerilerde görünür. Padişahın solunda yürüyen solaklar ince uzun bez ya da tülbentten beyaz gömlek giyermiş. Başlarında da altın renkli serpuş kıpırdarmış. Bunlar alay günlerinde de beyaz biniş ve dört kollu kaftanla katılırmış törene. Yalnız kıdemli olanları yeşil renkli sobramanî çuha giyermiş.
          Yürüyüşlerde padişahın sağını kollayan peykler de pamuktan beyaz ve ince bir gömlek giyermiş. Zaman içinde canfesten beli dar bir çeşit ağır giysiyle de görünmüşler.
          D’Ohsson’a göre peyklerin giysileri sırma işlemeli çuhadandır. Üstüne cevahirle süslü gümüş kuşak sararlarmış. Kuşaklarında ise altın işlemeli bıçak taşırlarmış. Sarıklarında sorguç, ellerinde birer teber (balta)
bulunurmuş. On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında ise baltanın yerini tabanca almış.
          Denememizin başına dönmek gerekirse Baudelaire’in 1846 yılındaki Paris resim sergisini anlatan yazısından (De la couleur du Salon de 1846) en çok etkilenen kişinin Fransız romancısı J. K. Huysmans (1848-
1907) olduğunu söyleyebiliriz.
          Huysmans A Reboım (Ters-pers) adlı romanında Esseintes Dükü’nün Fontenay’deki evinin iç dekorlarını ve eşyalarını boyarken renkler ve renk ayırtıları üzerinde günlerce durmuştur. Diyeceğim, romanda başrolde olan dük değil, renklerdir.
          Huysmans, geceleyin, lambaların yapmacık ışıkları altında renklerin
kişiliklerini yitirip yitirmediklerini de incelemiştir.
          Mavi, sahte bir yeşil üzerinde, meşale rengi bağlar. Eğer bu mavi kobalt ise ya da indigo (çivit) gibi koyu ise siyaha dönüşür. Açık ise kurşuniye kürek çeker. Firuze mavisi gibi cana yakın ise donuklaşır ve donar. Açık gümüşîler ise maviliklerini yitirip beyaza çanak tutar.
          Geceleyin koyu renkler de harap ve yebap olur. Koyu yeşiller imparator yeşili ve de mersin yeşili gibi karaların içinde erir. Yalnız, her rengi bastıran biri vardır: kırmızı. Vıcık vıcık bir kırmızı. Pis bir şarap tortusu.
          Huysmans, kırmızı ile sarının ışıkla güzelleştiğini, nonoşlaştığını da
görmüştür. Turuncu da çokluk Latin çiçeği kırmızısına çengel atıyordur.
          Yazılarımızdan fırıl, fırıl, firıl yazı yürütenlere kolaylık olmak üzere
buraya bir de Henry Miller’in bir sözünü kaydıralım:
          — Hiçbir renk, lamı cimi yok, tek başına güzel değildir. Alengirli
bir kırmızının yanı başında alengirli bir mavi ya da kıvıl kıvıl bir yeşil bulunmalıdır.
( 19 9 2 )

Yazdır

Yazar hakkında

admin

1 yorum

Yorum yap