KOP DAĞI’NDA BİR DÜKKAN
Farz edin ki ben deli divane bir milyonerim. Kafamı okşayacak,bana hoş görünecek en saçma fikir uğruna varımı yoğumu dökmekten çekinmem.
Anadolu’ nun sessizlikte, ıssızlıkta, kimsesizlikte, cansızlıkta eşi olmayan bir yerini bulup orada bir dükkan açmak istiyorum. Issızlıkların arasından bir ormandan geçer gibi geçerek en koyu hiçliğin ve en dipsiz yokluğun yuva kurduğu noktayı arıyorum. Nihayet herhangi bir tarafta mesela Kop Dağı’nın tepesinde, üzerinden insan değil, çakal değil, kuş değil, bulut bile geçmeyen,üzerinde ağaç değil, ot değil, yosun bile bitmeyen, siyah, keskin, kabir azabı şeklinde donmuş korkunç bir kayalık buluyorum. Dükkanımı hemen oracıkta,masmavi gökle kapkara yer arasında kuruveriyorum.
Bu dükkanda ne satacağım biliyor musunuz?
On milyonluk şehirlerde bile sayısı on kişiye varmayan en şık, en mükemmel kadınlara mahsus ipekli çoraplar…
Bundan sonra yapacağım iş pek kolaydır.Planını dünyanın en büyük mimarına yaptırdığım ve içini en usta mobilyacısına döşettiğim dükkanımda yan gelerek kıyamete kadar, Yecüc’le Mecüc’ün denizlerle dağları yutacağı güne kadar müşteri beklemek…
Sanat önü kalabalık bir çeşmedir.Kimi bu çeşmenin bilek kalınlığında dökülen kevseriyle avuçlarını doldurup içer, kimi dolu avuçlardan sıçrayan damlacıklarla dilini ıslatır, kimi çeşmenin yalağındaki artık sulara başını gömer,kimi de bu artık suların toprak üzerinde akan ayaklar altında ezilen bulanık ve çamurlu yollarına yüzükoyun kapanır.
Aradaki eskilik ve yenilik, soyluluk ve piçlik, ciddilik ve gülünçlük farkıyla Homere’den Filorinalı Nazım’a kadar bu tılsımlı suya imrenmiş kaç kişi gelmişse bunların içinde suyu kaynağından içebilmiş tek bir sanatkar yoktur ki Kop Dağı’nda ipekli kadın çorabı satan o kişinin azabından bir şeyler duymuş olmasın…
Acaba böyle kaç tane sanatkar gelmiştir. Herhâlde dünyanın kıta bölümünde fazla değil…
Ey sanatkar!
Arının balı damağımıza,ağacın yemişi midemize,ipek böceğinin ipi derimize göre yapılmış değildir. Onlar bu eserleri iki üç çiçekle,üç dört dut yaprağı buldukları,bir damla suyla bir zerre güneşi yakaladıkları her yerde, kendi kendilerine bizi düşünmeden verirler.Eğer damağımızda bala ve derimizde ipeğe karşı bir hassasiyet söz konusu olsaydı arı, ipek böceği ve dut ağacı Kop Dağı’nda birer dükkan açmaya gideceklerdi. Kim bilir damağımızda bala ve derimizde ipeğe bir hassasiyet uyanıncaya kadar kaç bin yıl bekledik.
Dudağa göre lezzet değil,lezzete göre dudak..
Sanatkâra muhatap olan herkes ve bu herkesin kurduğu her cemiyet, sanatkârı kendi kanunlarına ve seviyesine göre doğurduğu kadar sanatkârın da kanunlarına baş kesmeye ve seviyesine tırmanmaya mahkûmdur. Çünkü o fert hâlinde kendi remzinden başka bir şey değildir.
Kumaşını ilk rastladığın müşterinin şartlarına göre ördüğün ve onu oturduğun dağın karmakarışık yollarına tırmanmak zahmetinden kurtardığın zaman, heykeltraşsan nalbanttan, ressamsan badanacıdan, şairsen ”eskiler alayımcı”dan farkın kalmayacaktır.
Sen daima Kop Dağı’nın tepesinde otur ve dükkânında o cinsten şeyler sat ki o eşyanın kıymeti, Paris’ten yola çıkıp Kop Dağı’nın tepesindeki cevheri aramanın zorluğuyla ölçülsün.