Ölmeye Yatmak, Adalet Ağaoğlu’nun ilk romanı. Ön sözde şöyle diyor Ağaoğlu romanı için: “Atatürk, …1938’de öldü. Sonra ne oldu? Nasıl yetişti o öldüğü yıl ilkokullarını bitirenler? (…) ‘Tipik bir zaman parçası’ndan (Ağaoğlu’na göre bu, 1938 yılıdır. -F.N.) geçmişe uzanmak ve yaşamın tam ortasından geleceğe yol almak. Bunun için anılara yaslanmayı, belleğime sığınmayı yeterli bulmadım. Geçmişin panoramasını pek çok eski gazete, kitap, fotoğraf karıştırarak, anılar dinleyerek ve bunlar içinde gerekli malzemeyi toplayıp eleyerek, gün gün, ay ay, yıl yı1 vermeye çalıştım. Bu nedenle ‘Ölmeye Yatmak’ benim değil, ama bir dönemin yazdığı romandır.”
Roman iki çizgide gelişiyor: Bir yanda, ‘ölmeye yatan’ doçent Aysel var, Aysel’in bir otel odasındaki izlenimleri, çeşitli konulardaki düşünceleri ve kendi kendisiyle hesaplaşması var. Ağaoğlu ‘iç roman’ diyor buna. ‘İç roman’, bütün romanın dörtte biri kadar. Romanın dörtte üçü, Atatürk ‘öldüğü yıl ilkokullarını bitirenlerin nasıl yetiştiğini’, ‘onlar yetişirken dünyanın ve Türkiye’nin durumunun ne olduğunu göstermeye çalışıyor. Bu arada, Aysel’in bütün geçmişi, ailesiyle, çevreyle, arkadaşlarıyla ilişkileri anlatılıyor.
Adalet Ağaoğlu, çok ilginç olabilecek bir romanı, ‘bir tanıklığı yarına belgeleme tutkusu’ uğruna, başarısız bir roman haline getirmiş.
“Çok ilginç olabilecek bir roman,” dedim. Gerçekten öyle. Çünkü Aysel, düşüncesiyle, yaşamasıyla, getirdiği sorunlarla romanımızda yeni karşılaştığımız bir tip. Bir esnaf kızı. ‘Dar kafalı’ bir aileden, bir çevreden gelme. Birtakım güçlükleri aşarak okumuş, üniversite öğretim üyesi olmuş. Kocası da (Ömer) bir bilim adamı.
(…)
Geçmişinden taşıdığı değer yargılarıyla kişisel davranışının çatışması; yolunda bir evlilikle bir yasak aşk öyküsü; kocasına açılmak isteğiyle bunu savsaklamak; kadınlığını, tükenmek üzere olduğunu sezdiği kadınlığını yaşamakla ‘yüce ve soylu şeyler’ arasında bocalamak… İşte asıl roman olacak sorunlar bunlar! Ama Adalet Ağaoğlu bunlara kıyısından köşesinden değinmekle yetiniyor, bu sorunları derinlemesine kurcalamaktan kaçınıyor, kendine özgü bir tutum almaktan, kendi değer yargılarını getirmekten çekiniyor ve sonunda bir özre sığınarak sorunlardan kaçmayı yeğliyor: “Her şeyde haklı ve doğru olmak için her şeyin haklı ve doğru olması gerek.” (s.359). Roman, bu yargıyla sona eriyor. Gerçekte Adalet Ağaoğlu’nun bu tutumu, 1938-68 arasını anlatmak için bunca çabalamasından çok daha iyi anlatıyor bu dönemin ‘aydın kadınlar’ üzerindeki etkisini!
Kitabın dörtte üçü 1938-68 arasının panoramasını veriyor. Daha doğrusu, 1950’lere kadar getiriyor romanını Ağaoğlu; sonra, yorulmuş gibi, iki sayfalık bir özetle ‘60 devrimi’ne geliyor. Öğrenci hareketlerini, sol hareketleri Aysel aracılığıyla veriyor.
Adalet Ağaoğlu’nun Türkiye’nin toplumsal değişimine bakışı, tipik bir küçük burjuva bakışı. Oysa Atatürk’ün ölümünden sonra yetişen gençliğin sorunları da, bu gençlik yetişirken dünyanın ve Türkiye’nin ne durumda olduğu da öyle bir bakışla çözümlenemez; bu bakış, ister istemez, ‘gericilik’ diye ezan okuma üzerinde durmaya, önemli sorun diye kadın-erkek ilişkilerine (kadın-erkek ilişkilerinin önemini yadsımıyorum, ama bir bütün içindeki yerine oturtmak gerekir bu ilişkileri, bütün içindeki önem payına göre değerlendirmek gerekir) saplanmaya götürür. Bu bakımdan, Ağaoğlu’nun “Ölmeye Yatmak benim değil, ama bir dönemin yazdığı romandır,” sözü, kendine fazla güvenmeyi değilse, bir yanlış anlayışı belirtiyor. Çünkü Ağaoğlu, anlattığı dönemi, kendi kişisel görüşlerine göre değerlendirerek anlatıyor; bir başkası, aynı dönemi, büsbütün başka bir açıdan ele alarak, Ağaoğlu’nun yorumlarının tam karşıtlarım ileri sürerek anlatabilirdi.
Romanın dörtte üçü üzerinde fazla durmak istemiyorum. Otuz yıllık bir dönemi 359 sayfalık bir romanda anlatmak… Belki bir yolu vardır bunun, ama Ağaoğlu’nun tuttuğu yol o yol değil. Bir kere, romancı olarak çıkış noktası bireyler değil; aklını birtakım toplumsal gerçekliklere takmış, onların altını çizmek istiyor. Romancının anlattığı toplumsal gerçeklikler, bu gerçeklikleri yaşayan, bu gerçekliklerin tarihi olan bireyler haline dönüştürülemezse, romanın şematik olması kaçınılmaz olur. Yaşar Kemal de, ünlü üçlüsü için, “Bu üçlü benim yaşantım ve tanıklığımdır,” diyordu; ama o, tanıklığını belgelerken, bir romanın ancak bireyleri anlatarak tanıklık görevini yerine getirebileceğini unutmuyordu. Sevgi Soysal, Yürümek’te yürekli bir çıkış yaparken, bildirisini okurlara iletirken, gözünü yaşayan bireylerden ayırmıyor, ‘birey olarak insan’ ile ‘toplumsal varlık olarak insan’ arasında somut bir bileşim sağlıyordu. Oysa Adalet Ağaoğlu’nun bir dönemi anlatmak için ortaya sürdüğü kişiler birer kukla olmaktan öteye geçemiyorlar; çünkü bunlar sadece dış gerçekliğin mekanik bir biçimde yansımasıdırlar; dış gerçeklikle kişilerin iç gerçeklikleri arasında bir çatışma göremezsiniz; olamaz da, bir iç gerçeklikleri yok çünkü bu anlatılan kişilerin. Bunun için birey olamıyorlar. Böyle olunca da sanatsal yaratış, yerini kolay bir şematizme bırakmış oluyor. Gene bunun için Ölmeye Yatmak’ta (daha doğrusu Ölmeye Yatmak’ın dörtte üçünde) tipik durumlar buluyoruz, ama yaşayan insanlar bulamıyoruz. İnsanların kişisel durumlarıyla tipik durumlar arasında içsel bir bağlılık olmayınca sonucu böyle olması kaçınılmaz bir şey. Sözgelimi, bir bölümü okuyorsunuz: Ha, halktan kopuk bir idareci anlatılıyor, diyorsunuz. Bir başka bölümü okuyorsunuz: DP’yi oluşturan gayri memnun tiplerden biri anlatılıyor, diyorsunuz. Amerikalılarla ilişkiler gelişmeye başlayınca, Dündar öğretmenin, tozlu ilçe yollarında, leblebi-üzüm yemeyi bırakarak çiklet çiğnemeye başlaması, Ağaoğlu’nun şematik anlayışının, her şeyi basite indirgeme eğiliminin tipik bir örneği.
Ayrıca, belirli bir dönemin eleştirisinde ya da değerlendirilmesinde, bu eleştirinin bu dönemi oluşturan toplumsal koşullara yöneltilmesi gerekir; çıkış noktasının bu eleştiri, gelişme yönünün ise daha iyi bir düzen olması gerekir. Oysa Ağaoğlu’nda çıkış noktası düzeni belirleyen koşulların eleştirisi değil; ekonomik ve toplumsal gerçekliklerin bilincine varmış görünmüyor Ağaoğlu; otuz yılın panoraması diye anlattıkları toplumun yüzeysel görünümü; bunun için de somut bir gelişme yönü bulamıyor toplumda. Kısa bir dönemin günlük olaylarıyla, uygulamalarıyla geleceğe dönük bir perspektifi birbirine karıştırıyor: Toplumcu eylemler karşısında ‘kapalı bir kapının önünde umutla durmak’ biçiminde bir görüşe varmasının tabii bir sonucu olarak romanı, toplumsal özü bakımından, bir aydın tedirginliğinin dile getirilmesinden öteye geçemiyor.
Adalet Ağaoğlu’nun romanına umutla başlamıştım, iyi bir şeyler bulacağıma güveniyordum. Sonuç düş kırıklığı oldu. Tanıklığa, belgelemeye aklını fazla takmasaydı, bilgiler özetlemekten başka bir işe yaramayan gereksiz kişilere yer vermeseydi, Aysel’in kişisel dramını romanın temel sorunu olarak işleseydi belki de anlatmak istediği dönemi daha iyi anlatırdı. Aysel demek -bir bakıma – o dönem demek değil mi?
Fethi Naci