SONBAHAR TÜRKÜSÜ
Sonbahar geldi, takvimin değil, içinde yaşadığımız, ruhumuzla bir cüz’ü olduğumuz şehrin ve manzaranın sonbaharı… Havada üzüntüye, bir nevi bekleyişe benzeyen bir hal, güneşte çok belirsiz, hafif bir akik rengi var. Gökyüzü âdeta ıslak bir göz gibi insana bakıyor. Ağaçlar bu değişmiş aydınlıkta daha başka şekilde ve daha çok renkli görünüyorlar; büyük camilerin kurşun kubbeleri, minareleri, iyi yontulmuş duvarları, bu yüklü havada daha fazla kendileri oluyorlar; yaz günlerinde olduğu gibi güneş onları ezmiyor, cüsse ve çizgilerini kaybetmiyorlar. Saatler, büsbütün başka bir lezzet kazandı. Yaşamış olmak şuuruna, onu yüksek bir haz yapan hafif bir ürperme, küçük bir üşüme ve hasret karışıyor; ve bu hal ıslak dal uçlarında, ağaçların yeşil rengi daima biraz daha taze görünen, tepelerinde, servilerin derli toplu endamlarında daha iyi duyuluyor. Artık büyük
yağmurların üzüntüsüne, büyük rüzgârların mevsimine giriyoruz; cami avlularında, yol kenarlarında, eski, büyük korularda ve bahçelerde kurumuş yapraklar, şimdiden seller gibi akıyorlar, dönüşü olmayan bir diyara, geçen günlerimiz gibi gidiyorlar.
Sonbahar İstanbul’un asıl mevsimidir. Bir kere zaman dediğimiz sihirbaz tanrı, güneşi, suyu, rüzgârı ve ağaçların hüznünü birbirine ayarladı mı, şehri, eşyada yalnız kendi gurbet çekmiş ruhunun hallerini gören bir ressamın eline bırakır. O, bize akşamlarımızı, sabahlarımızı hazırlar,
paletinin bütün hünerlerini, değişmesinin bütün zenginliğini ortaya atar, kızarttığı yapraklara küçük bir şafak manzarası verir, saaderi billur bir yuvarlakta seyredilen kavsikuzahlı akisler gibi renk ve büyü ile doldurur, eşyanın çizgilerine mahzun ve şuurlu bir tebessüm sindirir, kâinatımıza bütün bir sanat duygusu, bir şair içliliği katar. Akşamlar birdenbire büyür ve genişler. Zincirlikuyu sırtlarından tâ Hayırsızada kıyılarına kadar ufuk kavsinin hemen yarısı onun malikânesi olur. Bu geniş ülkede her akşam, bir Dionizos dininin ayini tekrarlanır; haşmetinin kızıllığı içinde mağrur
ve muzaffer bir Cemşîd gibi kurulan güneş, ölümünün mucizesiyle her akşam bize yeni bir bağ bozumu hazırlar; öyle ki bu saaüerde ufka bakıp da Yahya Kemal’in mısraını hatırlamamak kabil değildir:
Şardb mahzen-i Cem’den sebû scbû dökülür.
Akşamlar gibi sabahların da zaman ve hudutları değişir. Maşrıkta, bal sarısı, pembe, kızıl bakır ve altın renginde akislerin mahmur öğle saatlerine kadar uzadığı görülür. Bazı lodoslu havalarda bu akisler, şehrin bütün gününe hâkim olur. Hayat, hafif bir şafak perdesi altından, âdeta
bir hatıra gibi yaşanır. Böyle günlerde Boğaziçi koylarında deniz, erimiş muhtelif madenlerin yer yer toplandığı havuzlara benzer. Bazı noktalarda eğilmiş bulutların arasından suya küçük renk çağlayanları boşanır, bu ışık altında her şeye bir rüya çeşnisi siner. Güneş yaz günlerindeki sert ifadesini kaybetmiştir. O artık yaratıcılığında kudretli olduğu kadar ezici olan tanrı değildir. Eşyaya öyle yukardan ve kendi büyüklüğünün parlaklığı içinde, merhametsizce uzak bakmaz; yarattığı küçük şeylerin talihine acıdığı için onlarla birleşmek, aralarına karışmak ister gibi bir hali vardır;
manzaraya koyu bir renk lekesi gibi düşmekten hoşlanır, ahşap evlerin yağmurla ıslanmış kiremitlerinde, rengi koyulaşmış ıslak duvarlarında, kaldırım taşlarında bu koyu leke canlı bir mahlûk gibi kımıldar, viranelerdeki yabanî otlara, yıkık duvarlara, eski mezar taşlarına âdeta şefkatle dokunur, üzgün insan yüzlerinde, ihtiyar kadınların ellerinde bir teselli gibi, ömrün tecrübesi içinden kendilerine gülen bir mükâfat gibi dolaşır.
Hemen her şeyde suya uzatılmış bir asma dalının tazeliği vardır. Gök bazı anlar büyük bir gül tüveycinin arasından görünüyormuş zannını verir, ve eşya, sanki hakikatte mevcut değillermiş de biz onları hatıralarımızdan yaratmışız, ister istemez içimizde canlanmışlar gibi, daima bir duyguya bürünerek bizimle konuşurlar. Bu, küçük serlerde, vitrinlerde yığılmış çiçeklere, uzak ve şahsî hatıralar gibi baktığımız, bahçelerde kasımpatlarını her gördüğümüz zaman, içimizde gizli bir
kemandan taşan uzun ve beyaz sükût nağmelerini dinlediğimiz mevsimdir. Kadınların bakışlarındaki mânanın değiştiği, suların sesine, kendisini bir uzlette bulma hissinin acılığı karıştığı, ağır hastaların her an, beklenen bir saat sesinin vehmiyle ürperdiği mevsimdir. Bu mevsimde, biliriz ki, birdenbire terk ediliveren yaz bahçelerinde bizden bir hayal dolaşır, tenha yollarda eski ayak seslerimizi dinleyerek, geçmiş günlerin timsali kuru yaprakları toplar ve boş havuzlara bakarak, Bakî’nin mısralarını okur:
Nân ü nişane kalmadı fasl-ı bahardan
Düştü çemende berk-i diraht i’tibârdan.
O bahçelerin, koruların, küçük Boğaz köylerinin adları, hayalimizde eski yazların hatıralarıyla birleşir, ve artık herhangi bir yer ismi olmaktan çıkarak, saadet ve ıstırabı en kesif şeklinde tattığımız filan gün veya filan saatin, ömrümüzün bir güzelliğe nezrettiğimiz, onunla mücevher bir
kadeh veya bir tambur kâsesi gibi dolup taştığımız günlerden birinin remzi olurlar, ve o güzelliğin renk ve büyüsünden, toplanmış nağmeleri içimizde tekrarlarlar, öyle ki, soğuk ve yağmurlu bir akşamda, köprü üzerinden geçerken, bu sesimizi duyuracak kadar yakın yerlere gitmeye hazırlanan
vapurları gördüğümüz vakit, onların yarım, yahut bir saat sonra, aynı yağmur altında, taşıdıkları yolcuları, hemen hemen bizimkine benzer üzüntülere kavuşmak için, falan veya filân iskeleye boşaltacağını hiç düşünmeyiz. Zannederiz ki bu vapurlar, tıpkı hatıralarımız ve saadet hülyalarımız
gibi, mesut mazi diyarına, eski yaz günlerinden birine, aydınlığın, tembel hülya saatlerinin, tatlı yorgunlukların, mehtabı bir ruh manzarası gibi suya ve ağaç dallarına sermiş baygın gecelerin, bizim için bu saatlerle birleşmiş olan şarkıların diyarına gidiyor. Ve sırf böyle zannettiğimiz
için onları içimizden yükselen bir nevi keder ve hasretle uğurlarız. Bu hasretin sihriyle içimizde bu anlardan biri birdenbire canlanır:
Hep a y n ı g ü l, ayn ı billur kadehte
Peşinde h a y a li güzel bir yazın.
Sonbaharda deniz, artık yaz günlerinin, üzerine sedef köpükten ve altın uğultudan yumuşak bir yastık gibi yaslandığı munis, tabiatı terk etmiş, ehlileşmiş unsuru değildir. Tembel ve hazperver bir kadın gibi, kendisini sadece hevese terk ettiği yerden yavaş yavaş kımıldanır, kâh güç bir
kafiyeyi veya bir hissin tâ kendisi olan şekli arayan bir şair gibi kendi içine kapanarak düşünür, kâh uzun zamandır unuttuğu zırh ve silâhlarını kuşanan genç bir cengâver gibi levend ve çevik ortada dolaşır, eski surların ayakları ucunda, bakımsız ve boş yalıların kayıkhanelerinde, çıplak kayalarda,
yosunlu iskele dubalarında harap ve mücellâ taşlı rıhtımlarda kuvvetini dener, tenha kumsallarda, martıların telâşına bırakılmış kimsesiz kıyılarda kadim canavar pençelerini biler, büyük isyanının ilhamını sağdan ve soldan toplayarak kaypak sırtını kabartır, sonsuz sazlarını akort eden dev bir orkestra gibi, dağınık, haşin, gürültüler, münferit tem veya cümlelerle ufku doldurur.
Bilmem sisli sonbahar gecelerinde, İstanbul sokaklarında dolaşmaktan hoşlanır mısınız? Ufukta akşam kapanır kapanmaz başlayan koyu ve çok yüklü karanlık içinde, eski hanların cılız bir lâmba ışığıyla -çok defa bir satıcı küfesinin karpitidir- aydınlanmış, büyük geniş ve derin kemerli
kapılarının önünden geçerken, çok defa bir binbir gece masalı okuyormuşum vehmini duyarım. Bunun gibi, eski camilerin, büyük mimarî eserlerinin siz yürüdükçe değişen vehimli ve gölgeli cüsselerini solgun bir ay altında seyretmek, tanıdığınız, alışkanı olduğunuz her şeyi, sizden çok
uzakta, âdeta bir rüya içinden görür gibi, ancak hayal meyal seçerek yürümek, muhakkak ki bu şehrin insana verebileceği zevklerden biridir.
Bu sisli ve ıslak gecelerde, içimizdeki gurbet duygusundan gelen acayip bir aydınlık, yollarda her tesadüf ettiğimiz şeyi muhayyilemize mal eder. Fersiz bir ışığın aydınlattığı satıcı küfesi, ancak yarım yamalak görebildiğiniz biçare bir dilenci yüzü, kim bilir nereye yetişmek için koşan
yolcu, yanıbaşınızda, karanlıkta hızlıca öksüren bir araba atı, yıkık duvarından ağaçlar arasında ışıklı pencerelerini şöyle bir seçtiğiniz ev ve sessizliği bölen her mırıltı içinizde kendiliğinden -tıpkı bir büyü ile bir anda kök, dal ve budak salıveren bir ağaç gibi- bütün bir hayat romanı olur.
Çünkü mevsimin içimizde kurduğu uzlet duygusu eşya ile aramızdaki münasebeti âdeta bir sanat plânına nakletmiştir. Çünkü başka mevsimlerde belki biz şair oluruz, fakat sonbahar, kendisi şairdir.
*Bu yazı 1942 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmıştır. 2002 yılında ise Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mücevherlerin Sırrı adlı kitabından yayımlanmıştır.