Deneme Örnekleri

AHMED HAŞİM-FALİH RIFKI ATAY

ahmet hasim

Ahmet Haşim

AHMED HAŞİM

          Her zaman karşınızda durup hiç bakmaz olduğunuz resimler vardır. Bir gün, içlerinden birine, nasılsa dikkatinizin takılacağı tutar. Yanaşırsınız: Eski bir hâtıranın üstünden bir sis çözülür gibi olur. Dudaklar oynar, bakışlara derinlik, arkanızı verdiğiniz bahar dallarının çiçeklerine koku gelir.
          Luxembourg bahçesinin kum çıtırdılarını duyar gibi oldum. Bu bir fotoğraftı. Ben bir çiçekli dal önündeki parmaklığa yaslanıyorum. Yanımda bir demir iskemle, üstünde bir gazete ve bir şapka… Basit bir natürmort dekoru! Duruşumdan belli ki şapkanın sahibi benim resmimi çekiyor. 1927 Mayısında bu şapkayı giyen baş, şu gazeteyi kıvırıp iskemle aralığına sıkıştıran eller gibi, çoktan toprağa karıştı, kemiklerine kadar çürüdü.
          O sabah, bir Champs-Elysées kahvesinden “Falih!” diye fırlıyarak yanıma gelen Ahmed Haşim’le konuşa gülüşe buraya kadar yürümüştük. Nüktelerinin, birbirlerine nefes aldırmaksızm, kovalamacaya tutuştuğu açık ruhlu, öfkesiz, kinsiz, kendinden hoşnut günlerinden biri idi. Sevmeyip kızdıklarından, veya sevip kıskandıklarından yüzlercesi onun gibi Paris’te değil idiler! Haşim’in mizacı bulanık dalgadan ve sel sarısından pek az durulmuştur. Sık rastlanmasa da, böyle ferah zamanlarında suyunun
rengi ne kadar derinden mavi, üstündeki halkalanmalar, bir kuş kanadının dokunuşundan kalkma gibi, ne kadar hafif ve uçucu olurdu.
          Fakat biraz sonra zekâsı, iradesinin elinden, yaydan ok gibi kurtulabilir. Her gün isim, yüz ve kılık değiştiren, Dicle boylarından Seine kıyılarına kadar, öğle  yanıklığından ışıksız gece uykusuna kadar, peşini bırakmıyan, belki şimdi önüne çıkabilecek bir Düşman’ı vardır. Kardan asker yapıp göğsüne çivi saplıyan çocuklar gibi, bu düşmanı kendi vehimleri yaratmıştır ve zekâsının bütün kuvveti, onun her gün değişen hayali ile boğuşur, durur. Bu hayal beni, yahut Yahya Kemal’i veya Namık İsmail’i andırabilir. Ve böyle cezbesi tuttuğu vakitler Haşim için ne bir şey doğru,
ne bir şey yalandır: ne bir şey asîl, ne bir şey bayağıdır. Ben Yakup için söylediklerine,
Yakup benim için anlattıklarına, ikimiz Namık İsmail’den deyip koduklarına gülerdik. O Haşim’in ne ince şairlik, ne çay demlendiren hırkalı burjuvalık, ne ders veren hocalık hali idi. Demlendirdiği çay, birkaç nefeste bütün iliklerinin zehrini süzdüğü tütün gibi, bir keyif maddesi idi.
          Bu düşman çok defa onun tâ kendisi idi. Hendesesiz, nispetleri karışık, fakat manalı bir yüzü vardı. Hoş ve sıcaktı. Fakat öyle sanırdı ki kader, ona bir çirkinlik maskesi takmıştır. Eğer bir kadın tatlı bakıyorsa, bu, ya alayını, veya acımasını gizlemek istediği içindir.
          Meşhurdur: bir gün dostlarından biri Erenköy tarafındaki evinde bir hanımlar toplantısı olduğunu söyler. Şiirlerini seven bu hanımların arasında eğleneceğini temin ederek Haşim’i davet eder. Büyük bir hevesle trene binen Haşim, bir istasyon önce birden ayağa kalkar, “— Sen beni oraya, kendin daha güzel görünmek için götürüyorsun!” diye vagondan fırlayıp geri döner.
          Başının bir hikâyesi vardır: bir gün evinde aynasının önüne geçmiş. Acaba çenesinin şurası düzelseydi… (çenesinin ucu biraz yarıktı.) acaba kulağı biraz şekil değiştirseydi… (yapışık ve tıkızdı.) acaba kaşları gözlerinin üstünde biraz ferahlıyabilse… Ve birden isyan eder, kendi boğazından tutarak haykırır: “— Kesip yenisini koymaktan başka çare yok!”
          Her gün, bu hikâyenin uyacağı birçok şeyler görür veya işitiriz, bir erkek ve sanatkâr için Haşim’in, kendisininkinden daha iyi resimde bir baş bulabileceğini zannetmezdim.
          Çürük dişi ağrır gibi, yaralı gururu sancırdı. Aşkı, Bağdat iştahı gibi yanardı. Fakat kokusundan ve ipeğinden ürktüğü bir kumaş değil, kana kana açıp buruşturacağı bir paçavra arardı. Sabahları muvaffakiyet masalları
ile övünür, akşam, kendi içine çekildiği zaman, mısraları, onulmaz hasretten, başucu kandili gibi, sarı ve sessiz, titrerdi.
          Fakat acaba uzletinde yazabilir miydi?
          Kendi içine, yalnızlığa çekildiği zaman… Bu Haşim için uzlet rahatı mıdır?
          Bir semiz cisim, yalnızlığa yatak gibi girer. Gözleri bal baygını, sinirleri yağa gömülmüştür. Aksi bir karısı veya gaz sıkıntısı yoksa, onun derin uykusuna rüya bile giremez.
          Halbuki rahat uyumamak için bu hastalıktan başka nesi vardı? Hayatı, yemek kadar sever ve iştahla yer gibi yaşamak isterdi. Mânevi buhranlar içinde kıvranarak değil, perhizsizlik yüzünden ölmüştür.
          Son zamanlarında pek iyileşmiştik, öleceği kışın teşrininde, beni Ankara ekspresinde uğurlamağa geldi, ömrümde, yaşama arzusunun hiçbir bakışta böyle çırpınır olduğunu görmemiştim. Hayat, kıyılardan çekilen su gibi, kuru ve sarı bir beniz bırakıp, ondan sıyrılıyordu. Gülmezse her şey bitiverecek gibi, dudakları bırakıp gözleri, gözleri bırakıp dudakları gülüyordu. Hayat, yaşamaktan, sadece yaşamaktan ibaret hayat, bundan başka istediği yoktu. Ölüm, eğer doyup dönecek bir canavar olsaydı, ona bütün hırslarını, bütün sinirlerini ve bütün hayallerini yedirecek, derisinin
içinde kemikleri ile kalacaktı.
          Hekimin yasak ettiği yemekten bol yediği bir gece, artık uyanmamış!
          Şiirlerinin çoğunu, ölecek dilde yazmıştır. Bazıları her zaman karanlıktı. Fakat karanlıkta yasemin nasıl kokarsa, gönül ses verir. Edebiyat Fakültesine ilk gittiğim hafta idi. Sınıfta sallana saltana dolaşarak:
          — Mânâsız şeyler bunlar.. Boş lâflar bunlar..
diye yeni şiirlere söven rahmetli Mehmet Akif’e onun dört mısraını anlatmağa
ne kadar uğraşıp durmuştum.   
          Bugünkü neslin şiirleri için ne söyleniyorsa, Edebiyat-ı Cedide şairleri Muallim Naci’den, Fecr-i Âti şairleri A kiften aynı şeyleri duymuştur: “Divanece sözler mi demektir edebiyat?” Keşke divanece söylenebilmiş olsalar, gönüllerini mısra damarlarına akıtabilmiş olsalardı, şimdi Fikret’i okumaktan kalmazdık. Fikret’te zihin öldü, ondan daha eski ve karışık dilli Nedim de yaşıyan şey değil!
          Haşim’de birkaç derin ses vardır. Bu birkaç ses onun adını nesiller
ötesine götürecek midir? Kim bilir?
          Edebiyat-ı Cedide Servet-i Fünun’unda Fikret ve Fecr-i Âti Servet-i Fünun’unda
Haşim, bir vakit, ne kadar sönmez gibi ışıldadılar!
          Yeni bir saz aletine karşı hayranlık, bütün seyirci merakları gibi çabuk geçiyor. Bir musiki yaradışı lâzım! Nazım yeniliklerinde bu ikisi çok defa birbirine karışıyor.

*Bu yazı 1944 yılında yayımlanmıştır.

Yazdır

Yazar hakkında

Süleyman Kara

Öğrenci ve öğretmenlere faydalı olmak için onlara kaliteli edebiyat sitesi olan edebiyat sultanını sundum.

Yorum yap