Hikaye Örnekleri

TİPİ-PUŞKİN

TİPİ

Bizim için unutulmaz bir dönem olan 1811 yılı sonlarında Gavrila Gavriloviç R. adında iyi yürekli bir adam Nenarodova’daki çiftliğinde yaşamaktaydı. Çevrede konukseverliği, güleryüzlülüğüyle ün salmıştı. Evi yiyip içmek ve ev sahibinin karısıyla beş kapiğine boston oynamak için gelen komşularla her zaman dolup taşardı.
Kimileri de ev sahiplerinin boylu boslu, solgun benizli, on yedi yaşlarındaki kızını seyretmeye gelirlerdi. Zengin bir gelin sayılan bu kızı kendileri ya da oğulları için gözlerine kestirmiş pek çok kişi vardı.
Marya Gavrilovna, Fransız romanlarıyla yetişmişti ve âşıktı hiç kuşkusuz. Köyüne izinli gelmiş yoksul bir kıta teğmenini gönlünün sultanı olarak seçmişti kendine. Genç adamın da aynı tutkuyla yanıp tutuştuğunu, kızın annesiyle babasının bu karşılıklı eğilimi sezerek kızlarına onu düşünmeyi bile yasakladıklarını ve delikanlıya emekli bir tahsildardan daha kötü davranmaya başladıklarını söylemeye gerek var mı?
Âşıklarımız mektuplaşıyor, her gün çam koruluğunda ya da eski küçük kilisede gizlice buluşuyorlardı. Orada birbirlerini sonsuza kadar seveceklerine ant içiyor, alın yazılarından yakınıyor, gelecekleri konusunda çeşitli tasarılar kuruyorlardı. Böylece yazışa söyleşe (pek doğal olarak) şu sonuca vardılar: Madem ki birbirimizin olmadan yaşayamayız, madem ki taş yürekli anneyle baba mutluluğumuza engel oluyorlar, öyleyse onlarsız da göremez miyiz işimizi?
Bu mutlu düşünce pek doğal olarak ilkin genç adamın aklına gelmiş, romantik yaratılışlı Marya Gavrilovna’nın da pek doğal olarak çok hoşuna gitmişti.
Bastıran kış, buluşmalarına son verdi, fakat mektuplaşmaları daha bir canlılık kazandı. Vladimir Nikolayeviç yazdığı bir mektupta kendisine kaçması, gizlice nikâhlanmaları, bir süre bir yerde gizlendikten sonra ortaya çıkarak anneyle babanın ayaklarına kapanmaları için yalvarıyordu sevgilisine. Sonunda onlar da sevgililerin bu direnişi ve mutsuzlukları karşısında duygulanacaklar ve hiç kuşkusuz:
– Çocuklar gelin, bağrımıza basalım sizi, diyeceklerdi.
Marya Gavrilovna uzun bir süre kararsızlık içinde bocaladı. Bu arada birçok kaçış tasarısını geri çevirdi. Ama en sonunda olumlu cevapı verdi. Kararlaştırılan gün, akşam yemeği yemeyecek, başının ağrıdığını ileri sürerek odasına çekilecekti. Hizmetçi kız da bu gizli düzene katılıyordu. Birlikte kapı önündeki taş merdivenden bahçeye çıkacaklar, yolda kendilerini bekleyen kızağa binecekler, kızak onları Nenarodova’dan beş verst uzakta bulunan Jodrino bucağına götürecekti. Vladimir kilisede bekleyecekti onları.
Kararlaştırılan günün öncesi, Marya Gavrilovna bütün gece gözünü kırpmadı. Eşyalarını topladı; çamaşırlarını, giysilerini bohçaya yerleştirdi. Arkadaşlarından çok duygulu bir genç kıza uzun bir mektup yazdı. Annesiyle babası için de bir başka mektup hazırladı. Mektubunda en dokunaklı ayrılık sözlerini kullanıyor, suçunun özrü olarak tutkusunun karşı konulamaz gücünü gösteriyor, canından daha çok sevdiği annesiyle babasının ayaklarına kapanmasına izin verileceği günün hayatının en mutlu dakikası olacağını bildirerek satırlarına son veriyordu. Her iki mektubu da alev alev yanan iki yürek resmiyle bezenmiş ve üstlerine buna uygun bir yazı kondurulmuş Tula mührüyle mühürledikten sonra kendini tan yeri ağarmadan önce yatağa attı, uyuyakaldı. Fakat korkunç karabasanlar uykuda da bırakmadı yakasını. Tam nikâhlanmaya gitmek üzere kızağa bineceği sırada babası onu durdurarak korkunç bir hızla karlar üzerinde sürüklüyor, karanlık, dipsiz bir kuyuya fırlatıyor ve o, yüreği buz kesilmişçesine, baş aşağı düştükçe düşüyordu. Ya da Vladimir’i solgun bir yüzle, kanlar içinde otlar üzerinde yatarken görüyordu. Son anlarını yaşayan genç adam, içe işleyen bir sesle, bir an önce nikâhlanmaları için yalvarıyordu sevgilisine. Daha bunun gibi biçimsiz, anlamsız bir sürü karabasan kovaladı durdu birbirini. Genç kız her zamankinden daha solgun bir yüz ve gerçek bir baş ağrısıyla uyandı sabahleyin. Annesiyle babası kızlarının iyi bir durumda olmadığını gördüler. Onların sevgili yakınlıkları, kaygıları ve ”Nen var Maşa?” ”Hasta mısın Maşa?” diye sorup duruşları, zavallı genç kızın yüreğini parça parça ediyordu. Yatıştırıcı birkaç söz söylemeye, güler yüzlü görünmeye çabaladı ya, başaramadı. Akşam gelip çattı. Ailesi arasında son gününü geçirdiğini düşündükçe içi daralıyordu. Üzüntüsünden ölecek gibiydi. İçinden herkesle, her şeyle gizlice vadalaşıyordu.
Akşam yemeğine oturduklarında yüreği güm güm atmaya başladı. Titreyen bir sesle, canının yemek istemediğini bildirdi, kalkıp annesiyle babasına iyi geceler diledi. Onlar da her zamanki gibi kızlarını öptüler, dua ettiler. Genç kız güçlükle tutuyordu gözyaşlarını. Odasına girer girmez kendisini bir koltuğa attı, gözyaşları sel gibi boşandı. Hizmetçi kız onu yatıştırmak, kendine getirebilmek için diller döktü. Her şey hazırdı. Maşa yarım saat sonra aile ocağını, odasını, sessiz genç kızlık hayatını bırakıp gitmek zorundaydı. Dışarda hava tipiliydi. Rüzgâr uğulduyor, pancurlar sarsılıyor, takırdıyordu. Bütün bunlar bir uğursuzluğun belirtileri gibi görünüyordu Maşa’ya. Az sonra herkes uykuya dalmış, ev derin bir sessizliğe gömülmüştü. Maşa şalına sarındı, kürkünü giydi, küçük sandığını kucaklayıp arka kapı önündeki taş merdivene çıktı. Arkadan gelen hizmetçi kızın elinde de iki bohça vardı. Bahçeye indiler. Tipi dineceğe benzemiyordu. Rüzgâr sanki bu genç suçluyu durdurmak istermişçesine dosdoğru karşıdan esiyordu. Bahçeyi güçlükle geçebildiler. Kızak yolda onları bekliyordu. Üşüyen atlar yerlerinde duramıyorlardı. Vladimir’in arabacısı arabanın oku yönünde dolaşıyor, tedirginleşen hayvanları yatıştırmaya çalışıyordu. Genç bayanla hizmetçisinin kızağa binmelerine, bohçalarla küçük sandığın yerleştirilmesine yardım ettikten sonra dizginleri kavradı, atlar dörtnala atıldılar. Genç bayanı şimdilik alın yazısına ve arabacı Treşka’nın ustalığına bırakıp biraz da sevdalı delikanlıdan söz edelim.
Vladimir bütün gün sağa sola koşup durmuştu. Sabahtan Jadrino bucağı papazına uğrayıp bin güçlükle söz alabilmiş, sonra da ilk olarak kırk yaşlarında emekli bir süvari teğmenine, Dravin’e başvurmuştu. Teğmen, Vladimir’in çağrısını sevinçle kabul ettiğini bildirdi. Bu serüvenin, kendisine geçmiş günlerini, hafif süvari birliğinde bulunduğu zamanlardaki çapkınlıkları anımsattığını birkaç kez tekrar etti. Üstelik diğer iki tanığı bulmanın zor olmadığını kesinlikle söyleyerek Vladimir’i yemeğe alıkoydu. Gerçekten de yemekten hemen sonra palabıyıklarını bükerek, mahmuzlarını şakırdatarak, kadastro mühendisi Schmidt ve polis komiserinin kısa bir süre önce mızraklı süvari alayına yazılan on altı yaşlarındaki oğlu çıkageldiler. Onlar Vladimir’in çağrısını kabul etmekle kalmayıp, gerekirse bu yolda ölümü bile göze alacaklarına yeminler ettiler. Vladimir hepsini coşkuyla kucakladı, hazırlıklarını tamamlamak üzere evine döndü.
Hava kararalı çok olmuştu. Sadık adamı Treşka’ya durumu ayrıntılarıyla anlatıp gereken yönergeleri verdi. Troyka’yla Nenarodovo’ya gönderdi onu. Kendisi de küçük kızağa tek bir at koşmalarını emredip, yalnız başına, yanına arabacı almadan, iki saat sonra Marya Gavrilovna’nın da varmış olacağı Jadrino’ya doğru yola koyuldu. Topu topu yirmi dakika çeken yolu avucunun içi gibi biliyordu. Fakat tam kentin dışına, tarlalara çıkmışken, rüzgârın parlamasıyla tipinin kopması bir oldu. Göz gözü görmüyordu. Bir an içinde yol karla kapandı. Delikanlının dört bir yanını, bulanık, sarımsı bir sis kaplamıştı. Beyaz kar parçaları uçuyordu her yanda. Yerle gök birleşmişti. Kendini bir tarla içinde bulan Vladimir yeniden yola çıkabilmek için boşu boşuna çabalıyordu. Kararsız adımlar atan hayvan kâh bir kar yığınına tırmanıyor, kâh bir çukura yuvarlanıyor, kızak adım başı devriliyordu. Vladimir doğru yönünü yitirmemeye çalışıyordu. Fakat belki yarım saatten çok geçmemesine rağmen hâlâ Jadrino koruluğuna varamamıştı. Aşağı yukarı on dakika daha geçti, koru hâlâ görünürlerde değildi. Vladimir derin çukurlarla kesilmiş bir tarlada yol alıyordu. Tipi dinmiyor, gök bir türlü açılmıyordu. Gitgide yorulan hayvan ikide bir karlara gömülmesine rağmen buram buram terliyordu.
Vladimir neden sonra yanlış bir yönde ilerlediğini anladı. Arabayı durdurdu, düşünmeye, anımsamaya, yolu göz önüne getirmeye çalıştı; sağdan gitmek gerektiğine karar kıldı. Sağa saptı. Hayvan güçlükle adım atabiliyordu. Yola çıkalı bir saati geçmişti artık. Jadrino yakınlarda olmalıydı. Fakat gidiyor, gidiyor bir türlü tarlanın sonuna varamıyordu. Hep kar yığınları, hep çukurlar. Kızak adım başı devriliyor, Vladimir adım başı kaldırıyordu onu. Zaman hızla geçiyordu. Canı adamakıllı sıkılmaya başladı. Neden sonra yakınlarında bir karaltı belirdi. Vladimir kızağı oraya yöneltti. Yaklaşınca bir koruluk olduğunu gördü bunun. ”Çok şükür geldim sayılır artık” diye düşündü. Koruluk boyunca ilerlerken az sonra tanıdık bir yola çıkacağını ya da koruluğu çepeçevre dolaşarak hemen arkasındaki Jadrino’ya varacağını umuyordu. Kızak kış dolayısıyla yaprakları dökülmüş, çıplaklaşmış ağaçların karanlığına daldı. Rüzgâr azgınlığını yitirmişti burada. Yol düzgündü, at yüreklendi, Vladimir bir parça yatıştı.
Fakat delikanlı gidiyor, gidiyor, bir türlü Jadrino’ya ulaşamıyor, koruluk bitmek bilmiyordu. Vladimir, dehşet içinde yabancısı olduğu bir ormana düştüğünü anladı. Birden büyük bir ümitsizliğe kapıldı. Atı kırbaçladı. Zavallı hayvan önce tırısa kalktıysa da çabucak caydı; talihsiz Vladimir’in bütün çabalarına rağmen bir çeyrek sonra ancak adım adım yürümeye başladı. Ağaçlar yavaş yavaş seyrekleşiyordu. Vladimir ormandan çıktı. Ama Jadrino görünürlerde yoktu. Vakit gece yarısına gelmiş olmalıydı. Gözlerinden yaşlar boşandı. Kızağını kararlama sürüyordu artık. Tipi dindi, bulutlar dağıldı, gözlerinin önünde, dalga dalga beyaz bir halıyla örtülü bir düzlük uzayıp gidiyordu. Oldukça aydınlık bir geceydi. Az ötede dört beş evlik bir köyceğiz gördü. Oraya yöneldi. İlk kulübenin önünde kızaktan fırladı, koşup pencereyi vurmaya başladı. Birkaç dakika sonra tahta kepenk kalktı, ak sakallı yaşlı bir köylü, başını uzatarak:
– Ne istiyorsun? diye sordu.
– Jadrino buradan uzakta mı?
– Jadrino buradan uzakta mı dedin?
– Evet, evet! Jadrino buradan uzakta mı?
– Yok canım, on verst ya çeker ya çekmez.
Vladimir bu cevap üzerine eliyle saçlarını kavradı. Ölüme mahkûm edildiğini duyan bir adam gibi dondu kaldı.
Yaşlı köylü:
– Ya sen neredensin? diye sordu.
Vladimir sorulara karşılık verecek durumda değildi.
– Jadrino’ya gidebilmem için bana bir at bulabilir misin, ihtiyar? dedi.
Yaşlı köylü:
– Bizde at ne gezer beyim, diye karşılık verdi.
– Peki bir kılavuz olsun bulamaz mıyız? Kaç para isterse veririm.
Yaşlı adam:
– Dur, ben sana oğlumu göndereyim, o seni götürür, deyip pencerenin kepengini indirdi. Vladimir beklemeye başladı. Beş dakika sonra yeniden vurdu pencereye. Kepenk kalktı, sakal göründü.
– Ne istiyorsun?
– Hani, oğlun gelmedi daha?
– Şimdi geliyor. Çizmelerini giyiyor. Üşüdün mü yoksa? Gir ısın.
– Sağol. Sen oğlunu çabuk gönder.
Avlu kapısı gıcırdadı. Eli çomaklı bir delikanlı çıktı. Kar yığınlarıyla örtülü yolu yoklaya yoklaya yürüdü.
Vladimir:
– Saat kaç acaba? diye sordu.
– Birazdan hava ağarır, diye cevapladı genç köylü. Ondan sonra Vladimir’in ağzından tek sözcük çıkmadı.
Jadrino’ya vardıklarında horozlar ötüyordu. Hava ısınmıştı. Kilise kapalıydı. Kılavuzun ücretini ödeyen Vladimir kızağı papazın avlusuna çekti. Kendi troykası yoktu orada. Kimbilir, nasıl bir haber bekliyordu delikanlıyı.
Biz şimdi iyi yürekli çiftlik sahiplerine, Nenaradova’ya dönelim; bakalım orada ne olup bitti?
Hiçbir şey!
Sabahleyin uyanan ihtiyarlar oturma odasına geçtiler. Gavrila Gavriloviç’in başında bir kalpak, sırtında sımsıkı iliklenmiş pamuklu bir hırka vardı. Praskovya Petrovna ise pamuklu sabahlığını giymişti. Semaveri getirdiler. Gavrila Gavriloviç kızının nasıl olduğunu, gece iyi uyuyup uyumadığını öğrenmek üzere hizmetçi kızı yukarıya gönderdi. Geri dönen kız, küçük hanımın geceyi kötü geçirdiklerini, fakat şimdi daha iyi olduklarını, az sonra kendilerinin de oturma odasına ineceklerini bildirdi. Gerçekten de az sonra kapı açıldı, Marya Gavrilovna öpüşmek üzere annesiyle babasına yaklaştı.
Gavrila Gavriloviç:
– Başının ağrısı nasıl oldu Maşa? diye sordu.
Maşa:
– Geçti babacığım, dedi.
Praskovya Petrovna:
– Dün gece seni kömür çarpmış olmalı Maşa, diye düşüncesini belirtti.
– Belki de anneciğim, diye cevapladı Maşa.
Gün olaysız geçti. Fakat geceleyin Maşa hastalandı. Doktor getirtmek için kente adam gönderildi. Ertesi günü akşama doğru gelen doktor, hastayı sayıklarken buldu. Şiddetli bir hummaya yakalanmış olan zavallı genç kız iki hafta ölümle pençeleşti.
Tasarlanan kaçış olayını evde kimse bilmiyordu. Olayın bir gün öncesi yazılan mektuplar yakılmıştı. Efendilerinin öfkesinden korkan hizmetçi kız, olay üstüne kimseye bir şey söylemiyordu. Papaz ağzını açmadı. Ne emekli süvari teğmeni, ne palabıyıklı kadastro mühendisi, ne de genç alaylı, sağda solda olaydan söz ederek kahramanlık taslamadılar. Bir nedeni vardı bütün bunların hiç kuşkusuz. Arabacı Tereşka, hatta sarhoşken bile bu konuda hiçbir şey kaçırmadı ağzından. Böylece yarım düzineden fazla fesatçı, ser verdi de sır vermedi. Fakat ardı arkası gelmek bilmeyen sayıklamaları sırasında Marya Gavrilovna kendi sırrını kendi açığa vurdu. Gel gelelim sözleri öylesine birbirini tutmaz şeylerdi ki, yatağının baş ucundan ayrılmayan annesinin onlardan çıkarabildiği sonuç, sadece kızının Vladimir Nikolayeviç’i deli gibi sevdiği ve herhalde hastalık nedeninin bu sevdadan başka bir şey olmadığı oldu. Kadıncağız kocasıyla ve bir iki komşuyla görüşüp danıştı. Sonunda hepsi birden Marya Gavrilovna’nın alın yazısının böyle olduğuna, alın yazısının önüne geçilemeyeceğine, yoksulluğun utanılacak bir şey olmadığına, paranın değil insanlığın önem taşıdığına vb. karar verdiler. Kendimizi kandırmaya gücümüzün yetmediği sıralarda atasözleri şaşılacak kadar yararlar işimize.
Bu arada genç kız iyileşmeye başladı. Vladimir çoktandır uğramaz olmuştu Gavrila Gavriloviçlere. Karşılaştığı kabul tarzı genç adamı ürkütmüştü. Kendisine haber gönderilmesine, ummadığı mutluluğa kavuştuğunun, nikâha razı olunduğunun bildirilmesine karar verdiler. Fakat bu çağrıları, aklı başında bir adamın pek de yazamayacağı bir mektupla cevaplanınca Nenarodovalı çiftlik sahiplerinin düştükleri şaşkınlık büyük oldu. Bundan böyle evlerine adım atmayacağını bildiren delikanlı, ölümden başka ümit edecek bir şeyi kalmayan bahtsız bir adamı artık unutmalarını rica ediyordu. Aradan birkaç güç geçince de Vladimir’in birliğine döndüğünü haber aldılar. Olay 1812 yılında geçiyordu.
O sıralarda hastalığını yeni yeni atlatmakta olan Maşa’ya uzun süre bildirmeyi göze alamadılar bunu. Genç kız da hiçbir zaman Vladimir’in sözünü etmedi. Aradan birkaç ay geçtikten sonra delikanlının adını Berodino savaşında büyük yararlık göstererek ağır yaralananlar arasında görünce düşüp bayıldı. Hummanın yeniden başlayacağından korktular ya, çok şükür, baygınlık zarar vermeden sona erdi.
Kızcağız bir başka felakete daha uğradı. Gavrila Gavriloviç onu bütün servetinin biricik mirasçısı olarak bırakıp öldü. Fakat bu servet Marya Gavrilovna’yı avutamıyordu. Annesini hiçbir zaman yalnız bırakmayacağına ant içerek, zavallı kadıncağızın acısını içtenlikle paylaştı. Ana kız, kederli anılarla dolu Nenarodovayı bırakıp, ***daki çiftliklerine taşındılar.
İstekliler burada da güzel ve zengin gelinlik kızın çevresinde dönüyorlardı. Ama o, hiç kimseye en küçük bir ümit bile vermiyordu. Annesi kızının evlenmesi için kimi zaman onu kandırmaya çalışır, fakat Marya Gavrilovna başını olumsuz anlamda sallayarak düşüncelere dalardı. Vladimir yaşamıyordu artık. Fransızların girişinden bir gün önce Moskova’da ölmüştü. Anısının Maşa için kutsal bir değer taşıdığı görülüyordu. Onu anımsatan ne varsa; bir zamanlar okuduğu kitaplar, çiziktirdiği desenler, sevgilisi için yazılı notlar ve kopya ettiği şiirler; hepsini saklıyordu genç kız. Her şeyi öğrenen komşular kızın bu sarsılmaz bağlılığına şaşıyorlar, sonunda bu eldeğmemiş Artemisia’nın acıklı sadakatini alt edecek kahramanı merakla bekliyorlardı.
Bu sırada savaş zaferle sona ermişti.Alaylarımız sınır dışından dönüyorlardı. Halk onları karşılamaya koşuyordu. Bando ”Vive Henri-Quatre” (8).”Tyrol valsleri”, ”Jakond’un aryaları” gibi zafer şarkıları çalıyordu. Sefere henüz çocuk denecek yaşta giden subaylar, savaş havasıyla erkekleşerek ve göğüsleri nişanlarla dolu olarak dönüyorlardı. Askerler birbirleriyle neşe içinde konuşuyor, sözlerine Almanca, Fransız sözcükler karıştırıyorlardı ikide bir. Ah o unutulmaz günler! Şan ve şöhret günleri! Anayurt dendi mi nasıl da coşkuyla çarpardı Rus yüreği! Nasıl da tatlıydı kavuşma anında akan göz yaşları! Ulusal övünç duygusunu ve Çar sevgisini nasıl da kaynaştırmıştık elbirliğiyle! Ve Çar için ne göğüs kabartacak bir dönemdi bu!
Kadınlar, Rus kadınları eşsizdi o günlerde. Her zamanki soğuklukları kaybolmuştu. Hele galipleri karşılarken, coşkuları gerçekten de son kerteye varıyor, Hurra! diye bağırıyorlar;
Ve başlıklarını havaya fırlatıyorlardı.
O zamanın subaylarından, Rus kadınına pek çok şey borçlu olduğunu itiraf etmeyen çıkar mı?
Bu parlak günlerde Marya Gavrilovna’yla annesi ** ilinde yaşıyor, ordunun dönüşünün her iki başkentte yarattığı şenliklerden uzakta bulunuyorlardı. Fakat ilçe ve köy halklarının sevinci, kentlerdekinden daha da güçlüydü belki. Buralara bir subayın gelişi gerçek bir bayram sevinci yaratıyordu. Fraklı bir âşık, bir üniforma karşısında pek sönük kalıyordu o sırada.
Söylediğimiz gibi, o istediği kadar soğuk davransın, Marya Gavrilovna’nın çevresi genç kızı elde etmek isteyenlerle kuşatılmış durumundaydı yine de. Ama göğsünde St. George nişanı bulunan ve yüzü oralı kızların deyimiyle ”ilginç” bir solgunluk taşıyan bir hafif süvari albayı Marya’nın şatosunda görününce, bütün ötekiler ortadan çekildiler. Yirmi altı yaşlarında bir delikanlıydı bu. Marya Gavrilovna’nın köyünün yakınındaki çiftliğinde iznini geçirmek üzere gelmişti. Marya Gavrilovna başkalarına davrandığı gibi davranmıyordu ona. Onunla birlikteyken her zamanki dalgınlığı kayboluyordu. Cilve yaptığı söylenemezdi belki, fakat durumu gören şair şöyle derdi:
“Se amor è che dunge?”
Burmin çok hoş bir delikanlıydı gerçekten de. Kadınların hoşuna giden türden, yani ince, meraklı, iddiasız, kaygısızca, şakacı bir zekâsı vardı. Marya Gavrilovna’ya karşı sadelikle, içtenlikle davranıyordu. Tepeden tırnağa kızla ilgiliydi aslında. Onun en küçük bir sözünü, en ufak bir kıpırdayışını izlerdi. Görünüşte sessiz ve alçak gönüllüydü ya, bir zamanlar azgın bir uçarı olduğu söylentisi dolaşıyordu ağızdan ağıza. Bununla birlikte bu söylentiler onu Marya Gavrilovna’nın gözünde hiç de küçültüyor değildi. Çünkü gözüpek ve ateşli bir kişiliğin belirtisi olan çapkınlığı, genel olarak bütün genç bayanlar gibi bağışlardı o da.
Fakat Marya’nın merakını, hayal gücünü en fazla kamçılayan şey, genç hafif süvari subayının cana yakınlığından, konuşma tarzının sevimliliğinden, yüzünün ilginç solgunluğundan çok, sessizliğiydi. Genç adamın kıza tutkunluğu açıkça belliydi. Akıllı, görüp geçirmiş bir adam olarak o da genç kızın kendisini karşı ilgisiz olmadığını herhalde anlamıştı. Peki ne bekliyordu hâlâ diz çöküp aşkını itiraf etmek için? Ona engel olan şey neydi acaba? Gerçek aşkın ayrılmaz yoldaşı olan sıkılganlık mı? Gurur mu? Yoksa hesaplı bir cilveleşme miydi bu? Genç kız, işin içinden çıkamıyordu. İyice düşünüp taşındı, tek nedenin sıkılganlık olduğunda karar kıldı sonunda. Delikanlıya daha fazla yakınlık göstermek, durum elverdiğince daha sıcak davranmak gerektiği sonucuna vardı. Böylece genç adamı sıkılganlıktan kurtaracağını umuyordu. Her şeyin çorap söküğü gibi çözülerek sonuca ulaşıvereceği bir tasarı hazırlayıp, romanlara yaraşır itiraf dakikasının gelip çatmasını beklerken içi içine sığmıyordu. Sır, hangi türden olursa olsun kadın kalbine her zaman acı verir. Kızın taktik harekâtı istenilen sonuca ulaştı. En azından, Burmin öyle düşünceli bir tavır takınmış, kara gözleri Marya Gavrilovna’nın üzerine öyle ateşli bakışlarla dikilir olmuşlardı ki kaçınılmaz dakikanın yakın olduğu anlaşılmaktaydı artık. Komşular olup bitmiş bir işten söz edercesine konuşuyorlardı düğünden. İyi yürekli Praskovya Petrovna da kızı sonunda kendine yaraşır bir eş buldu diye seviniyordu.
Bir gün, yaşlı kadın, oturma odasında tek başına oturmuş, iskambil kâğıtlarıyla fal açarken Burmin içeri girdi, girer girmez de Marya Gavrilovna’nın nerede olduğunu sordu.
– Bahçede, diye cevapladı yaşlı kadın. Gidip orada bulun onu. Ben sizi burada beklerim.
Burmin bahçeye çıktı. Yaşlı kadın istavroz çıkararak: ”Eh, bu iş inşallah burada biter!” diye düşündü.
Burmin, Marya Gavrilovna’yı havuz başında, söğüt ağacının altında, üstünde beyaz giysileri, elinde bir kitap, tam roman kahramanlarına yaraşır bir durumda buldu. İlk bir iki sözden sonra Marya Gavrilovna, bile isteye sustu. Böylece, ancak apansız ve kesin bir aşk itirafının yok edebileceği sıkıntılı havayı daha da yoğunlaştırdı. İstediği sonucu da elde etti. Durumun güçlüğünü hisseden Burmin çoktan beridir kalbini açmak için fırsat beklediğini söyleyip, genç kızdan, kendisine bir dakika ayırıp ayıramayacağını sordu. Marya Gavrilovna kitabı kapadı, olumlu anlamda yere indirdi gözlerini.
Burmin:
– Sizi seviyorum, dedi. Sizi çılgın gibi seviyorum. (Marya Gavrilovna kızardı, başını biraz daha öne eğdi.) Boş bulunup kendimi tatlı bir alışkanlığa, sizi her gün görmek, sesinizi her gün işitmek alışkanlığına kaptırdım. (Marya Gavrilovna, St. Prieux’nun (10) ilk mektubunu anımsadı.) Alın yazısına karşı koyabilmek için çok geç artık. Tatlı, eşsiz hayalinizin anısı hem ıstırap, hem sevinç kaynağı olacak bundan böyle benim için. Fakat sadece ağır bir yükümlülüğü yerine getirmek, size korkunç sırrımı açarak aramıza aşılmaz bir engel koymak kalıyor bana şimdi…
Marya Gavrilovna, Burmin’in sözünü telaşla keserek:
– O engel her zaman vardı. Ben hiçbir zaman karınız olamazdım sizin, dedi.
Genç adam sessizce:
– Biliyorum, diye cevapladı. Biliyorum, âşıktınız bir zamanlar. Fakat sevdiğiniz adam yaşamıyor artık ve üç yas yılı geçti aradan… Sevgili, tatlı Marya Gavrilovna! Ne olur son bir avuntudan yoksun bırakmayın beni. Mutluluğum olmayı kabul edeceğiniz düşüncesi, eğer şey olmasaydı… Fakat, susun! Tanrı aşkına, bir şey söylemeyin. Üzüyorsunuz beni. Evet, biliyorum, benim olacaktınız siz. Fakat, fakat dünyanın en bahtsız yaratığıyım ben… Ben evliyim!
Marya Gavrilovna şaşkın şaşkın Burmin’e baktı.
– Ben evliyim, diye sözlerini sürdürdü Burmin. Dört yıldır evliyim. Üstelik karımın kim olduğunu, nerede yaşadığını, bir daha onunla görüşüp görüşmeyeceğimizi de bilmiyorum!
Marya Gavrilovna.:
– Ne diyorsunuz? diye bağırdı. Ne tuhaf şey bu! Devam edin, devam edin; sonra benim de anlatacaklarım var… Fakat, devam edin siz, rica ederim.
Burmin:
– 1812 yılı başlarındaydı, diye anlatmaya koyuldu. Alayımın bulunduğu Vilna kentine doğru hızla yol alıyordum. Akşamın geç saatlerinde ulaştığım bir menzilde atların bir an önce değiştirilmesi için henüz emir vermiştim ki müthiş bir tipi koptu. Menzil bekçisi de, arabacılar da tipi dinene kadar beklememi öğütlediler. Önce dinledim onları. Fakat az sonra anlaşılmaz bir tedirginlik kapladı benliğimi. Sanki birisi itekliyordu beni. Oysa tipi bütün şiddetiyle devam ediyordu. Daha fazla dayanamadım. Atların koşulmasını emrederek tipinin ortasına daldım. Arabacının aklına dere boyunca gitmek, böylece yolu üç verst kısaltmak esti. Kıyılar karla örtülmüştü. Arabacı, çıkış noktamızı hiç sezmeden geçmiş olduğu için, tanımadığımız bir yerde bulduk kendimizi. Tipi dinmek bilmiyordu. Uzakta bir ışık görüp arabacıya kızağı o yöne sürmesini emrettim.
Bir köye vardık. Işık, ahşap kiliseden geliyordu. Kilise açıktı nedense. Bahçe parmaklıkları arkasında birkaç kızak duruyordu. Sundurmanın altında da gezinen insanlar vardı.
Birkaç kişi birden:
– Buraya! Buraya! diye bağrıştı.
Arabacıma o yana yaklaşmasını emrettim.
Birisi:
– İnsaf et, neredesin yahu? dedi. Gelin içerde baygınlıklar geçiriyor. Papaz ne yapacağını şaşırdı. Bizler de geri dönmeye hazırlanıyorduk. Çabuk gir içeri.
Sesimi çıkarmadan kızaktan atladım. İki üç mumun şöyle böyle aydınlattığı kiliseye girdim. Genç kız, kilisenin karanlık bir köşesinde, bir sıra üzerinde oturuyordu. Bir başka kız da şakaklarını ovuyordu onun. Bu ikinci kız:
– Çok şükür, dedi. Gelebildiniz sonunda. Küçük hanımı öldürüyordunuz az kalsın.
Yaşlı papaz yanıma yaklaşarak:
– Başlamamı emreder misiniz? dedi.
Ben şaşkın bir halde, üstün körü:
– Başlayın, başlayın aziz babacığım, diye mırıldandım.
Genç kızı ayağa kaldırdılar. Hiç de fena sayılmazdı doğrusu… Akıl almaz, bağışlanmız bir çılgınlık yaptım. Kürsünün önünde, kızın yanında yer aldım. Papaz acele ediyordu. Diğer üç adamla hizmetçi kız, sadece gelinle ilgiliydiler. Yardım ediyorlardı ona. Nikâhımız kıyıldı. Bize:
– Öpüşün, dediler.
Karım solgun yüzünü çevirdi bana. Tam onu öpmek üzereyken:
– Eyvah, bu değil! O değil bu! diye haykırdı, düşüp bayıldı.
Tanıklar korku dolu gözleriyle yüzüme baka kaldılar. Geriye döndüm hiçbir engele raslamadan kiliseden çıktım, kendimi arabaya atarak:
– Çek, diye bağırdım.
Marya Gavrilovna:
– Tanrım! diye haykırdı. Ya karınız, karınız ne oldu? Bilmiyorsunuz demek!
– Bilmiyorum, diye cevapladı Burmin. Nikâhın kıyıldığı köyün adını da bilmiyorum. Yola çıktığım menzili de anımsamıyorum şimdi. O zamanlar oyun saydığım bu ağır suçu o kadar az önemsemiştim ki, arabam hareket eder etmez uykuya dalmış, ertesi günün sabahına, üçüncü menzile varıncaya kadar uyumuştum. O zamanki uşağım da savaşta öldüğünden, kendisine bu kötü oyunu oynadığım ve bugün benden merhametsizce intikam alan kişiyi arayıp bulma konusunda hiçbir umudum yok.
Marya Gavrilovna Burmin’in elini yakalayarak:
– Tanrım, Tanrım! diye mırıldandı. Demek sizdiniz o! Hâlâ tanıyamadınız mı beni?
Burmin sapsarı kesildi ve genç kızın ayaklarına kapandı.

Yazdır

Yazar hakkında

Süleyman Kara

Öğrenci ve öğretmenlere faydalı olmak için onlara kaliteli edebiyat sitesi olan edebiyat sultanını sundum.

Yorum yap