Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Hikayelerinde Altı Çizili Satırlar
- Deminki o nazik ve mültefit maskeler birdenbire düşmüş, yerini asıl yaratılışın iğrenç çizgileri almıştı. (s.58)
- Biraz evvel masa başında yakaladığım acayip bakışın manası anlaşılıyordu. (s.58)
- Bütün bunları ağır ağır, fakat bir çocuk kandırır gibi yumuşak bir sesle söylüyordu. Kelimeleri adeta düşünerek buluyordu. Bununla beraber sesinde tarifi kabil olmayan bir nüfuz kabiliyeti vardı. (s.72)
- Her halde uyandığım zaman içimde, nefislerine karşı telafisi kabil olmayan bir hata işleyenlerin duydukları en korkunç ve amansız bir azap vardı.(s.73)
- Istıraplarımızın, üzüntülerimizin mekanla, yahut hayatımızın tabii muhitiyle sıkı bir alakası olsa gerek. Falan yerde en kesif şiddetinde olan bir acı iki yüz kilometre daha ötede ve başka insanlar içinde biraz daha hafif ve daha kabil-i tahammül oluyor.(s77)
- Bir insan yüzünün en manalı bir âlem olduğunu ben o geceye kadar anlayamamıştım. Hayat dediğimiz o girift oyunun aktörlerini bu kadar kuvvetle benimseyeceğini, onların her hal ve tavrına kendi akışının damgasını bu kadar kuvvetle vuracağını hiç düşünmemiştim. Yüz buruşuğunun, göz altındaki herhangi bir çizginin, dudak kenarındaki bir kıvrımın ne bileyim konuşmadan evvelki bir saniyelik bir tereddüdün küçük bir el işaretinin manasız ve ehemmiyetsiz bir bakışın, bir gülüşün, bir omuz düşüklüğünün bütün bir ömrü en ince, en karışık, en nüfuz edilmez taraflarından anlatacak birer emare, birer işaret olduğunu hiç düşündünüz mü? (s.81)
- Gündelik hayatımla arama, yaşanmamış rüyaların azabı girmişti. Hayat oyununu en büyük ciddiyetle oynamaya hazırlandığım bir anda geçmiş yıllar karşıma dikiliyor ve benden hesabını soruyordu. (s.83)
- Artık uyku bile benim için bir şifa değildi. Çünkü onda da rüyaların zalim ısrarı vardı. (s.83)
- Toprağın sarsıntısı denizin fırtınasına benzemiyor, büsbütün ayrı bir şey; denizde her zaman müteyakkız bulunuyoruz; deniz, biliyoruz ki insanoğlu için güvenilecek bir unsur değildir. Onu başından düşman olarak aldığımız için su bizde mukavemet, müdafaa ve zafer sevkitabii ve ihtiyaçlarını uyandırıyor…(s.90)
- Halbuki toprak böyle değil; o insanlığın en güvendiği unsurdur. Saadetini, refahını, emniyetini ona bağlamıştır. Onu her zaman itaatli, müşfik veyahut hiç olmazsa lakayt ve sakin görmeye alışmışızdır. Toprağın sarsılması işte bu emniyetin yıkılmasıdır ve bir dost tarafından hançerlenmeye benzeyen vahim bir hali vardır. Onun için denizden tehlike karşısında atik ve cesaretli kesilen insan, topraktan gelen tehlike karşısında maneviyatını kaybetmiş bir sürü şekline giriyor. (s.90)
- Gece yarısı zindanında uyanan mahpus, yatağında terleyen ümitsiz hasta, bir zillet tufanında kendisini her an boğulmuş sanan biçare, velhasıl her cinsten mustarip, sabah güneşini bir şifa gibi bekler ve o gelir gelmez bütün sefalet ve ıstıraplarının hiç olmazsa hafifleyeceğini zanneder. Bu da gösteriyor ki insan kafası için sarahat en tabii ihtiyaçtır.(s.91)
- Hayat, ölümün şerefine yazılmış bir kasideden başka bir şey değildir. (s.98)
- Bu ölümlü dünya uykusuz kalmaya değmezdi. (s.99)
- Hastalığımla ben, birbirimize o kadar sadığız ki en ufak bir düşüncem bile ona yabancı kalamıyor. Bütün hayat, seven bir insan için nasıl hep sevgilinin başı etrafında toplanırsa benim için de her düşünce onun etrafında toplanıyor. (s.101)
- Bir hastanede, dışarıdaki mevki ve payelerimiz, servet ve imkanlarımız nasıl birdenbire ikinci derecede kalıyor; bunu kibirli dostumun beni hürmetle selamlayışından anladım. (s.101)
- Beni ilk yatırdıkları koğuşta ve benden iki yatak ötede yatıyordu. Gece sabaha kadar haykırdı. Eminim ki bu çığlıkları benim gibi bütün hastane halkı duyuyor ve her defasında, bir türlü alışamadıkları için hepsi birden yattıkları yerden perişan fırlıyorlar, dimdik olmuş saçları ve örtüler üzerinde kilitlenmiş parmaklarıyla ürkek ve biçare etraflarına bakıyorlar, korka korka onu dinliyorlar ve sonra belki sonuncusudur ümidiyle tekrar yataklarına uzanıyorlar, kendi sızı ve ıstıraplarına çok rahat çok dinlendirici bir şey gibi gömülüyorlardı ve bunda da haklıydılar, hiçbir ıstırap bu korkunç ses kadar müthiş olamazdı; her ıstırabın sonunda nihayet ölümün kurtuluş kapısı vardır; onun aralığından maddeye vaat edilen sükut sezilir; fakat bu çığlığın, bir sonsuzluğa doğru uzanan dehşetinde insana ölümün tecrübesini bile unutturan bir şey vardı. İnsan onu dinlerken ister istemez bu acıyı ölüm bile dindiremez diye düşünüyordu.(s.102)
- Fakat kendi ıstırabını bir nabız bibi muntazam sayan bu sapsarı ve zayıf elin faciasını hiçbir zaman unutamam.(s.102)
- O hastalığında, hastalığı onda, birbirini tüketmişlerdi. (s.102)
- Ben ki ölümlerin en korkuncunu yıllarca kendi etrafımda çok sıkı bir hava gibi teneffüs ettim; bu dehşetler bana o kadar yabancı gelmiyor. (s.103)
- Ve doğrusunu isterseniz, bu ölüm bütün insanlarınkinden ayrıdır. Onun muhteşem korkuları, eşsiz ürpermelerle dolu uykusuz geceleri, soğuk ve azaplı terleme saatleri vardır. Ben bu ölümü yıllarca beraberimde gezdirdim. Uyurken başımın ucunda o bekledi. Uyanınca, etrafımda bana ilk gülen manzarada benimle ilk konuşan o oldu. Mektepte kitaplarımın sayfalarını benim için o çevirdi. Ve daha büyük yaşlarda ilk buselerin lezzetini tadarken omzumun üzerinden yine onun üç köşeli başını uzanmış gördüm. (s.103)
- Zeynep sıhhatiyle, tabiiliğiyle, neşesiyle, güzelliğiyle insana daha ilk görüşte bir nevi yaşamak aşkı veren kadınlardandı.(s.134)