Hikaye Örnekleri

Anadolu’da Bir Gece (Peyami Safa)

ANADOLU’DA BİR GECE

Bu çocuğa Anadolu’da rastladım.
Çankırı ile Kastamonu arasında, “Kalehan”da konaklamıştık. Arabamızın bir hayvanı çatlamış, ağzı köpüklenerek yabani bir hırıltıdan sonra hanın kapısına serilmiş; kımıldamadan, çırpınmadan, tepinmeden bir lahzada katılaşmıştı.
Arabacı, sağ kalan hayvanını yatırdıktan sonra öfkeyle karşıma dikildi:
— Efendi! Benden yana umudun kalmasın. Buradan ileriye bir adım atamam. Bir araba bul. Sonra şişkin parmağını batıya doğru sivrilterek güneşin son ışığıyla sarımtırak bir pembe tüle
bürünmüş toprak yolu gösterdi :
— Aha… Bundan öte… Daha öte… Ilgaz… Tehe… Uçurumun yanı… Çift hayvan bile yetmez… Dingil de sağlam değil… Günahı boynuma… Ben idemen efendi… Başka araba bul.
Başka araba yoktu, iki gün handa bekledim. Uzak bir mesafede imişim gibi haykırarak müjdeledi:
— Kalk hele… Başka araba geldi, üç yağız hayvanı var. Ilgaz’ı da geçer, uçurumu da geçer, daha bilmem aha, şeytanın yamacını da geçer, kalk hele…
Hanın kapısına çıkınca bana tanıtılan yeni arabacım, taze bir tecessüsle beni süzdü, ben de aynı merakla ona baktım: On üç on dört yaşında bir çocuktu. Kül benizli, elmacık kemiklerinin altı çukura batmış, üst dudağını gölgeleyen silik bir tüy çizgisiyle cılız kafalı bir köy oğlanıydı.
Siyah kirpikli gözlerinin derin parıltısıyla sordu:
— İnebolu’ya mı?
— Evet.
— Araba hazır.
Korkuya benzer bir isteksizlik, beni bu küçük arabacıyla pazarlığımda haksızlıklara düşürüyordu; çocuk, çıkarmak istediğim her güçlüğü kabul etti. Uzlaştı, eşyamı arabasına taşıdı. Araba kalkarken hancıyla eski arabacı arkamdan seslendiler:
— Korkmayasın, küçüktür ama hayvanları iyi sürer.
Anadolu’nun hüzünlü sabahlarından biri idi. Ağır ağır gidiyorduk… Toprak yola kakılı seyrek taş parçaları, güneşin ilk kızgınlığıyla parıldıyorlar, araba sarsıldıkça gözlerimin önünde kıvılcımlar gibi yanıp sönüyorlardı. Ara sıra daha fazla koşmak isteğiyle şahlanan gürbüz hayvanların yoldan kaldırdıkları tozlar, pembe bürümcük gibi arabayı sararak boşlukta uçuşuyor, titreşiyorlar, sonra dalga dalga yere inerek gözden kayboluyorlardı. Yol çok dönemeçli, çapraşık ve dardı; hayvanlar, yağız, parlak, sert adalelerinde birikmiş kuvveti boşaltabilecek kadar hız alamıyorlar, sevmedikleri batâetle yürümekten sinirlenerek homurdanıyorlardı. Küçük arabacım, elindeki dizginleri rehavetle tutarak yanımızda yükselen toprak kayalara bakınıyor, arabasıyla hiç oyalanmıyordu. Düşündüm: “Ne kadar olsa çocuk, Allah bizi kazadan esirgesin!” O, bu düşüncemin sesini duymuş gibi birdenbire arkasına döndü :
— Efendi! Az ileri yol düzleşir, daha hızlı gideriz; ben hayvanlara bile bile yol vermiyorum. Ve yol düzleşince kendisine minderlik işini gören arpa torbasının üstüne daha iyi yerleşerek dizginleri küçük bileklerine sardı, hayvanların kulaklarına doğru kırbacı silkeledi, ince bir sesle şaklattı.
Üç hayvan, burunlarını ufka doğrultarak şahlandılar ve arabayı hızla çekmeye başladılar. Bu sürat o kadar umulmaz bir şeydi ki yolun kenarına asılı dik yamaçlara gözüm iliştikçe meçhul tehlikelerden ürküyordum. Yola ancak sığan arabanın yana doğru ağırca bir salıntısı, bizi ilk saniyede ölüme atabilirdi. Fakat küçük arabacım, dermansız görünen bileklerinin çevik, atılgan, acele hareketleriyle dizginleri sallıyor, geriyor, hayvanların cilalı etlerine vuruyor, arabanın muvazenesini maharetle buluyordu.
Ilgaz’ı geride bırakmak üzereydik, sabah yaklaşıyordu fakat… Birdenbire yolun kenarında, otuz kırk metre ilerimizde, araba fenerinin sarı ışığından üç siyah gölgenin yavaşça kaçıştıklarını gördük.
Arabacım hemen ayağa kalktı.
Dizginleri sol elinin bileğine sararak sağ elini bol pantolonunun arka cebine attı büyük, hantal, eski sistemde bir tabanca çekti ve hayvanları daha şiddetle sürdü.
Araba, gölgelerin kaçıştığı yere geliyordu; karartıların bulunduğu hizaya yaklaşınca siyah elbiseleriyle dimdik duran ve ellerini fişenklerine dayamış üç uzun boylu adamın arabaya baktıklarını gördük.
Yakın tehlikelerin soğuk teri, sırtımdan aşağıya sızdı.
Arabamız, silahşorların tam hizasına geldiği zaman gölgeler, hiç kımıldanmadılar, yolun kıyısında ağaçlar gibi hareketsiz kaldılar, araba uçar gibi geçti.
Arabacım geriye dönmüş, yol kıvrılıncaya kadar tabancasının namlusunu hedeften ayırmamıştı. Ilgaz’ı böyle geçtik.
O gölgeler kimdiler? Ne bekliyorlardı? Bize sataşmaktan niçin vazgeçtiler? Korktular mı? Anlaşılmadı. Küçük arabacım dedi ki:
— Ah! Bir sataşsaydılar, iki üçünü birden devirseydim…
Galip bir kumandan edasıyla arpa torbasına keyifli keyifli yerleşmiş, “Ecevik”e kadar Köroğlu’nun türküsünü söyleyerek hayvanları sürmüştü. Gölgelerden bir daha hiç bahsetmedi.
 
İnebolu’da yirmi gün kaldım. Bir gün, Anadolu gazetelerini karıştırırken on üç yaşlarında, Bursalı Hüseyin isminde bir arabacı çocuğunun İlgaz’da Rum eşkıya tarafından çevrildiğini, kahraman yavrunun eski bir tabanca ile iki şakiyi yere serdiğini fakat… Bir martin kurşunuyla yaralandığını, devriye yetişmeden öldüğünü okudum. Bu Hüseyin benim arabacımdı.
O günden sonra, Anadolu konuşulduğu zaman, bu küçük arabacıyı anarım. Onun yanık, esmer yüzünde siyah, parlak gözlerinde, destani kahramanlığımızın izlerini bulur, azametli mazimizin gururunu duyardım.
Yazdır

Yazar hakkında

Süleyman Kara

Öğrenci ve öğretmenlere faydalı olmak için onlara kaliteli edebiyat sitesi olan edebiyat sultanını sundum.

Yorum yap