Deneme Örnekleri

BİR KAHVE, BİR PİLAV-AZRA ERHAT

BİR KAHVE, BİR PİLAV

1947 yılının bir bahar günüydü, saat 11 sularında, Ankara’da, Sakarya Caddesi’ndeki bir dükkândan çıkıyordum. Yüz gram kahve almıştım. O zamanlar kahve kıttı Türkiye’de, bulmuştum nasılsa birazcık ve dükkândan çıkarken elimdeki paketçiği burnuma götürmüş kokluyordum. O sıra iki göz yüzümü deler gibi oldu, bir ses “Oh!” çekti. Gözlerimi kaldırdım baktım ki Haşan Âli Yücel, yüzü gülüyor, bakışları alaylı alaylı, bir “Oh!” daha çekti. Ve durduk, karşılıklı güldük gülüştük. El sıkıştıktan sonra, birkaç adım daha yürüdük, kahveden, kahvenin tadından söz ettik. Ben fakülteden kovulmuş, o da bakanlıktan ayrılmışa, aynı karalama kampanyası ikimiz için de başlamıştı, kara bulutlar kaplıydı ufkumuz, ama ne o, ne ben değinmedik bu konulara. Bir sıcaklık yayılmıştı içime, kahveyi yudumlar gibiydim. Ayrılıp eve gidince, kahve pişirip içmedim, ama masama oturup çalışmaya koyulduğumu anımsıyorum. Ondan sonra Yücel beni nerede görse bir “Oh!” çekiyor, kahve kokusundan bu kadar haz duyan bir kişiye ancak o gün rastladığını anlatıyordu ballandıra ballandıra. Destanlaşmıştı benim yüz gram kahvem. Gene yıllar geçti, iyi kötü, iyiden çok kötü, güç yaşama dönemleri, kara güçlere yenilmeyip benliğini kanıtlama, bu arada da ekmeğini taştan çıkarma çabasıyla dolu yıllar. Homeros’un İlyada’sını çevirmeye başlamıştım A. Kadir’le. Dağ gibi büyüyordu bu iş gözümde, olacak, sonu gelecek bir uğraş değildi bu. Koca İlyada’nın nasıl üstesinden gelecektik, haydi geldik diyelim, kim basacaktı, Tercüme Bürosu listesinin başında bulunduğu halde, yıllar yılı kimsenin yapmaya girişemediği, ama ben çevirip versem de bana düşman kesilmiş olan Milli Eğitim Bakanlığı’nın basmayacağını bildiğim destanı? Çalışıyordum umutsuz, keyifsiz, göğümdeki yoğun bulutlar dağılmamıştı daha,
dağılacağa da benzemiyordu. Bir gün -gene mi bahardı?- Yücel telefon etti evime. İlyada’yı çevirdiğimizi öğrenmiş, benimle konuşmak istiyormuş.
Sevinçle buyrun dedim, ertesi günü öğle yemeğine çağırdım. Aldı mı bizi bir telaş! Sabahattin’e haber saldım, onun da gelmesini istedim, annem hazırlığa koyuldu söylene söylene: “Aman kızım, koca vekili çağırırsın da hiç düşünmezsin ne pişireceğiz, ne yedireceğiz!” İyi aşçı değildi benim anneciğim, nazlı alışmış, baba evinde aşçılarla büyümüştü, yemeği tarif etmesini bilir ama kendi yapmasını pek beceremezdi. Yine de ne yapar, yapar, kime pişirtirse pişirtir, ince, nefis yemekler çıkartırdı soframıza. Bu kez de eski günlere yakına yakına girişti hazırlığa ve ertesi günü öğleyin masaya oturduğumuzda ayna gibi bir zeytinyağlı enginar ile bir tavuklu pilav koydu önümüze. Yücel ile Eyuboğlu konuşuyorlardı şurdan burdan, edebiyattan, gazetecilikten, yeni yayınlardan. Tavuk ve pilav sofraya gelince, Yücel bu lafların hepsini kesip attı, anneme dönerek ömründe bu kadar lezzetli bir pilav, böyle kıvamında pişmiş bir tavuk yemediğini söylemeye koyuldu. Annemin yanakları pembeleşmiş, gözleri sevinç parıltıları saçıyordu. Pilav da pilav… Başka söz edilmedi yemeğin sonuna dek. Hazdan dört köşe olmuştuk hepimiz. Homeros, İlyada unutulmuş, ama pilavla birlikte o da pişirilmiş kotarılmıştı sanki. İki ay gibi kısa bir zaman içinde ilk altı bölümü, uzun bir önsözle birlikte hazırlayıp Çituris Matbaası’na vereceğimizi biliyordum. Tercüme Bürosu’nda bizlere kanat taktırıp birkaç hafta içinde en güç yapıtları dilimize çevirten o itici hız, o akıncı, ilerletici güç tavuklu pilavlı soframıza da yayılmış, körüklemekteydi yaratıcılık ateşimizi. Geldiği gibi gitti Haşan Âli Yücel güle oynaya, şakalar yapa yapa, yüzünün ve soylu bedeninin tüm devinimden etkileyici, esinleyici
anlamlar saça saça. Annemin pilavı… O günden sonra nerede görse beni, bizde yediği pilavı anlatıyordu. Pilavı da destanlaştırmıştı. Bir akşam, bahara erişememiştik daha, Hâkiye Koral hanımefendinin evinde toplanmış,
doğum günü şöleninde bir lenger dolusu, anneminkinden bin kat daha leziz bir iç pilavı yemeğinden kalkmıştık ki kötü haber geldi: Haşan Âli Yücel biraz önce Tevfik Sağlam Paşa’nın evinde can vermiş… Haber söylendi, yayıldı durdu. Acı değil, sızı değil, başka bir şey duydum, durdu bir şey, durdu içimde. Piyanonun bulunduğu salonda duvara bakındım, saat mı vardı da durmuştu? Bir şey durmuştu birden, tak diye bir sesle. Sonradan anladım neyin durduğunu, neyin bir bıçakla kesilir gibi kesildiğini: Haşan Âli Yücel’in o akıncı, o ileriye itici, o cana can katicı gücü yitmişti aramızdan. Ama kahve-pilav destanı çınlıyordu kulaklarımda, o canım büyük adamın kırçıl kaş göz devinimleriyle içimde. Akıncılığı, ülkücülüğü bizimdi artık, canı bizim canımıza ekli, saat bir an durmuş, yeni baştan işlekliğe koyulmuştu. İşlemesi hiç durmayacak da.

(19 7 8)

Yazdır

Yazar hakkında

Süleyman Kara

Öğrenci ve öğretmenlere faydalı olmak için onlara kaliteli edebiyat sitesi olan edebiyat sultanını sundum.

Yorum yap