Deneme Örnekleri

GÖZ CANLININ NERESİNDE -SABAHATTİN KUDRET AKSAL

GÖZ CANLININ NERESİNDE?

          Bir doğabilim öğretmenimiz vardı lisede, dersin gerektiği çizginin az ya da çok dışına çıkmayı sever, bağlantıyı tüm yitirmeden değişik konuların alanına sıçradı. Güldürünün erdemine inanmıştı, anlattığı olayları
olağan görünümlerinden sıyırır, büyük boyutlara ulaştırır, çelişkileri yakalamaya önem verirdi. Böylece gerçek kesin çizgilerle belirirdi. Bir gün,
dersin bir yerinde konuyu keserek, iki elini birbirine vurdu. “Bakın” dedi, “Bir şey anlatacağım şimdi size, iyi kulak verin. Örneğin, sınava bir öğrenci girer, oturur karşınıza, sınav kurulundan bir öğretmen şöyle bir tasarlar sorusunu kafasında, sorar: ‘Oğlum der, anlat bize gözü!’ öğrenci, gözü şaşılacak bir düzen içinde, en küçük ayrıntılarına dek öyle bir anlatır ki karşınızda oturan çocuğun bir ortaöğrenim öğrencisi olduğunu unutur, bir göz uzmanıyla konuştuğunuzu sanırsınız: Anlattıkları o denli yetkin, tamdır. Bütün tabakaları, sinirleri örgüsü, bağlantıları, işlevleriyle söyler. Epitelyum tabakası diye girer konuya, çomak ve koni hücreler tabakasından geçer, çelenk ve cüce gangliyonlarla çıkar konudan sözün gelişi, tümünün Latince deyimlerini de eklemeyi unutmaz. Şaşırır, söyleyecek söz, verecek numara bulamazsınız. Öyle ince, belki pek de önemli olmayan ayrıntılara girilmiştir ki, onu sınava çeken siz bile birkaçını bilmiyorsunuzdur. Acaba dersiniz, biraz da atıyor mu? Ama kendine güvenli tutumundan atmadığını, konuyu derinliğine incelediğini anlarsınız. Aferin dersiniz, kurulun öbür üyelerinin de yüzüne bakarak, çıkabilirsin, kutlarız seni. Çocuk güvenli adımlarla çıkmaya yönelir, tam kapıyı açıp çıkacakken bu kez şeytan dürter sizi, şuna bir soru daha sorsam diye düşünürsünüz. Gel oğlum dersiniz, sana bir soru daha soracağım. Öğrenci döner, karşınıza oturur. Bak oğlum, bir soru daha! Göz canlının neresinde? Çocuk yine o güvenli haliyle, düşünmeden, yapıştırıverir yanıtını. ‘Karnında efendim’ der.”
          Öyle sanıyorum ki bu öykücük, kişioğlunun bilgi kavramına ışık tutacak niteliktedir. Bütün bilgi dallarını sınırları içinde toplayabileceği gibi, bilgi edinme yöntemini de kapsamına almaktadır. Bilgi edinmek de bir yöntem ister, bir yöne doğrulmayı amaçlar. Onun da temelden çatıya doğru bir kuruluşu, ayrıntıların özü belirlemek için bir bileşimi vardır. Böyle olduğu için de bu öykücüğü bütün bilgi dallarına uygulayabilir, onların örnekleriyle benzeri başka öykücükler kurabilirsiniz. Dilerseniz, konuyu biraz deşelim, önce, ister istemez, insanın usuna şu soru düşüyor. Nedir bilgi? Şöyle bir tanımda uyuşulabileceği kuşku götürmez. Bilgi, çevremizi, daha somutça belirtmek gerekirse, doğayı, bir de toplumu tanımamız, bu iki gerçeğin sorunlarını çözmemiz anlamına gelmektedir. İşleviyse, kişinin doğada ve toplumda yaşamını sürdürebilmesini sağlamaktır. Şimdi, birbirini bütünleyen iki bilgi dalını örnek diye alsak sorsak, nedir coğrafya? Nedir tarih? Coğrafya için en kestirme yanıtın, yeryüzü yuvarlağını tanımak ve onda geçen yaşamı bilmek anlamına gelmesi gerekecektir. Üstünde yaşadığımız şu yeryüzü yuvarlağı bugün için insanın evidir. Bugün için diyorum, çünkü uzayı daha ev edinmedik kendimize, ama yarın onun da barınağımız durumuna gelmeyeceğini kim söyleyebilir? Kişioğlu, evini, evinin dört duvarını, çatısını, odalarını nasıl tanımak zorundaysa, yeryüzü yuvarlağını da öyle tanımak zorundadır. Onu tanımamak, bir başka deyimle coğrafya bilmemek, yaşanan o evin duvarlarına çarpmak, küçücük odalarını birbirine karıştırmak, şaşırmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır. Ya tarih? Tarih, Toplumun belleğidir. Şöyle diyelim: En azından ruh sağlığı yerinde bir kişi, çocukluğundan bu yana tüm anılarını nasıl bir sıra içinde bilmekteyse, öylece içinde yaşadığı toplumun, kuşkusuz kendi ulusal toplumu yetmez, insan topluluğunun çocukluğundan bu yana gelişimini yine bir sıra içinde bilmek zorundadır. İlkçağ sürecine ilk çocukluğu, Ortaçağ sürecine daha bir yetişmiş günleri, Yeni Çağ’lara olgunluk yılları gibi bakabilmelidir ki, belleğinin aracılığıyla kendi kişisel yaşamıyla bütünleşebildiği gibi, uygarlığın yaşamıyla da bütünleşsin. Diyelim ki, gerisinde kırk yıllık bir yaşamı varsa, onunla birlikte tarihinin ömrünü de sürebilsin. Bu açıdan bakıldığında bir matematikçiye yaşı sorulunca, örneğin Phytagoras’tan bu yana geçen zamanı hesaplayacak, kendi kişisel yaşını da ona ekleyerek çıkan rakamı söyleyecektir.
Yaşadığımız yeri bilmek, sonra da bu yaşanan yerde, bugüne dek oluşmuş zamanı kendi kişisel yaşımız gibi duymak… belki de, bu iki ilkeyi uygulamakla insan olmak bilinci başlamaktadır.
          Bütün bilimler, bütün bilgi dallan için de geçerli bir sorudur bu, örneğin, alanımızı genişleterek sorabiliriz, ne demektir fizik bilmek? Ya da matematik bilmek? Ama biz burada coğrafya ve tarih bilimlerini örnek aldığımız için yine de şöyle soralım, ne demektir coğrafya bilmek ya da tarih bilmek? Bence bütün bilimler, bütün bilgi dalları için bu soruya verilmesi gereken yanıt, doğabilim öğretmeninin yukarıda anlattığım öykücüğünde saklıdır, bu bakımdan coğrafyaya da, tarihe de uygulanabilir. Denilebilir ki, gözün canlının karnında olmadığını, gözün canlının neresinde olduğunu bilmektir.
          Bir kişi düşünün ki, yeryüzünün en yüksek tepesini, denizlerin en derin çukurunu santimetresiyle söylüyor. Pasifik’teki sayısız adaları adlarıyla sayıyor bir bir. Atlantik’e esen hava akımları da özellikleriyle ezberinde. Ya ay diyorsunuz, o nereden alır aydınlığını? Sorunuzu, özü aydınlıktır onun, diye yanıtlıyor. Bu örnek abartılmış bir örnek gibi gelecektir, kuşkusuz öyledir de. Ama yıllarca önce tanık olduğum şu konuşma, bu örnekten daha mı ılımlıdır? İki kişi konuşuyorlardı, biri, ben dedi çok meraklıyım, iyi tarih bilirim, ne istersen sor! Arkadaşı anlat bakalım, dedi, Haçlı Seferlerini. Tarih meraklısı genç, gözünü şöyle bir yumdu, ayrıntılarıyla saydı döktü. Ya Viyana anlaşması, dedi beriki? Onu da yanıtladı, hem de birkaç Viyana anlaşmasını, tarihleriyle, anlaşmayı imzalayanların adlarıyla, ulaşılan ve ulaşılamayan sonuçlarıyla söyledi. Sorular soruları izledi. Ortaçağ’dan başlayarak Fransız, İngiliz krallarının adları, dükler, dukalıklar, şunlar, bunlar bir bir sayıldı. O yüzyılların o bölgedeki savaşları, barış koşulları söylendi. Soruları soran umut kesmiş gibiydi neredeyse, ama nereden, nasıl bilinmez, bizim doğabilim öğretmeninin usuna doğduğu gibi son bir soruyla yarışı bitirmek istedi. Peki dedi, söyle bakalım, İsa kaçıncı yüzyılda doğdu? Tarih meraklısı, bu kez biraz derince bir düşünceye daldı. Bak dedi, işte onu bilemeyeceğim.
          Coğrafya bilmek, yeryüzü yuvarlağının ayrıntılarını bilmekle birlikte, güneş düzeninin bilimsel mantığını da bilmektir. Tarih bilmekse, insanlık oluşumunun geçirdiği süreci kendi kişisel bilinci gibi bilmek, özellikle
bilgisini zamanın dizimindeki yerlerine bağlantılarıyla oturtabilmektir. Bu çerçevenin dışına çıkınca, hangi alanda olursa olsun, pek çok şey bilsek, sayıp döksek de onları, gözün bütün ayrıntılarını sıraladıktan sonra, göz canlının karnındadır demekten başka nedir?
          Gözün canlının karnında olduğunu sananları salt bilgi alanında aramamalı, sanat alanında da böyleleri vardır, öyle sanıyorum ki, bunlar da beğenisizler, iyiyle kötüyü, doğruyla uydurmayı ayıramayanlardır. En güç iş, sanatın gerçeğiyle kalpını ayırmaktadır, denebilir, çünkü bu ayırmada en geçerli araç beğenidir. Beğeniyse, sanat alanında ulaşılacak son
nokta, edinilecek son büyük deneydir. Çoğu kez nesnel ölçülerden uzak, kişinin tüm sorumluluğunu tek başına yüklenerek varacağı bir yargı, bir
yargılar düzenidir. Bir ozanın dediği gibi “Bir elimde dize, çevremde koskoca evrenin verdiği yalnızlık duygusuyla başbaşayım şimdi.” Bu koskocaman yalnızlık duygusunun içinde beğeni işlevini yapacak, yargısını verecektir. Onu sanat tarihi bilgisi de, kuramlar da, karşılaştırmalar da gereğince desteklemeyecektir.
          Öyle keskin kuramcılar, sanat tarihi bilginleri vardır ki, sanat yapıtının gerçeğiyle uydurmasını ayıramaz, kanıtlarını koyar, mantıksal düzeni işletir de yine kalp parayı satın alır. Deyim yerindeyse, bir yalnızlık bilimi, bir yalnızlık sanatı olan beğeniden yoksunluk, o yoksunluğun boş bıraktığı yer kolayca doldurulamaz. Ne denli çaba gösterse, belki gözün bütün
tabakalarını Latince terimleriyle saymaktadır ama gözü de canlının karnında sanmaktadır.
          Söz bilgi alanına dökülünce, başlıca sorun, gözün canlının neresinde
olduğunu bilmektir, diyemez miyiz?
(1974)

Yazdır

Yazar hakkında

Süleyman Kara

Öğrenci ve öğretmenlere faydalı olmak için onlara kaliteli edebiyat sitesi olan edebiyat sultanını sundum.

Yorum yap