MENEVŞELER ÖLMEMELİ
Kar uyuşuk, isteksiz ve zevksiz yağıyordu. Hava, gökyüzü ile yeryüzünün arasını dolduran boşlukta katılaşmış, zaman katılığında erimişti ve kar bu katılıkta, ancak boğulmamak için uykuda ve düşsü, sallanıyordu. Gökle toprak arasında bir bocalayıştı bu. Akşam oluyordu; şehir, bütün bu donmuşluk arasında ışıklarını yakmış, bilmediği bir geceye hazırlanıyordu.
Şehrin, gidip gelen —bir geniş kaldırım üstünde gidip gelen— bunca İnsanın içinde bir kişi vardı ki kara benziyordu. Ötekiler kendilerinden olmayan bu adamın farkında bile değillerdi. Gidişlerinde kendileri, gelişlerinde yine kendileri vardı.
Adam, delikanlı sayılabilecek bir yaştaydı. Belki yılların aslında pek uzun olmadığını yeni anlamıştı. Bir adımı, yılların kısalmağa başladığı çağa atılmıştı; öteki adımı henüz uzun yılların çağındaydı. Adımlarının arasındaki boşluk pek uzun değildi; dardı daha. Geniş yüzü yumuşak, bu yumuşaklık içinde derinleşen gözleri bilinmeyen yollarda yitmiş çocuk gözleriydi. Kaşları, gözlerini büsbütün yalnız bırakmıştı. Sanki gözlerden kaçıyordu kaşlar: burnuyla alnın birleştiği noktada birbirini itiyor, sona doğru, yorgun düşüyordu.
Kar, kışın son karı olabilirdi; belki de gecenin sonunda güçlü ve güzel bir ilkyaz fışkıracaktı. Akşam şehrin boğuculuğunu, şu gidip gelen kişilerin kötü kendiliklerini biraz olsun güzelleştiriyorsa, sonunda sabaha dönerken getirebileceği ilk yazdandı. Akşam karanlığının ve yağan karın isteksizliğinin arkasında, belli belirsiz de olsa bu umut saklıydı.
Durdu adam. Niçin, neden olduğunu bile bilmeden durdu. İçinde birşey durdurmuştu onu; ayaklarına asılmıştı. Dört bir yanından bir sürü geçiyordu. İster istemez bu kalabalık yüzlere baktı. Bilinmeyen yollarda yitmiş çocuk gözleri bir garip irileşiyordu. Sanki bütün bu kalabalığı içine alacaktı; yağan kan içine alacaktı; akşam karanlığını, yanan ışıkları, şehrin yollarını ve evlerini… sonra gökyüzünü alacaktı. Üşümemişti bunların hiçbiri, biliyordu ama ısıtacaktı; ısıtırken ısınacaktı. Nedense küçüldü gözleri durup dururken; eskisinden de küçük küçüldü. Havı dökülmüş paltosunun cebindeki elleri terledi. Terli elleri, kendiliğinden bükülüp yumruk oldu. Kötü bir sıcaklık bütün bedenini sardı. Yüreği yerinde daralıp sıkıştı. Yumuşak geniş yüzü de gerilmiş, kapkara bir deri olarak daralmıştı. Yüzler yabancıydı, gözler yabancıydı ve gülüşler büsbütün yabancıydı. Onun geldiği yerdeki insanların yüzleri hiç böyle değildi… Onun geldiği yerdeki gözler böyle bakmaz, gülüşler böyle yaban ve soğuk, yüzlere Yapışıp kalmazdı ve akşamlar böylesine merhametsiz bir bencillikle şuraya buraya sıvamazdı. Onun geldiği yerde bir kadın vardı, şu geçen kadınlar gibi karanlık ve karlı değildi; ilkyazdan uzak, kışa yakın gülümsemezdi.
Yüreği, gözleri yüzü ve kaşlarıyla adam, bir kurtuluş umuduyla başını gelip geçenlerden gökyüzüne doğru kaldırdı. Evlerin pencerelerinden de; karanlığa karşı, pembeden açık kırmızıya doğru ışıyan pencerelerde bir kurtuluş umudu olabilirdi. Bulamadı. Pencerelere ve perdelere de karanlık ve kar, yavaş yavaş sıvanıyordu.
O zaman kaçmağa başladı adam.
Gelip geçenler, az önce aralarında onlar gibi yavaş yavaş yürüyen, sonra birdenbire durup kendilerine irileşmiş gözlerle bakan adamın nasıl farkında olmadılarsa, kaçışını da fark etmediler. Hattâ bir ikisine çarptığı, bir kaçının yürüyüşüne engel olduğu üstünde durup düşünmediler de, bu kalabalık içinde böylesine yaban ve sersemcesine yürüyen bir adama ayakkabılarına bastığı, yürüyüşlerine engel olduğu için kızdılar. Fakat bu kızış, sürekliliği ile olsun hiç değilse, ilgilenmiş bir kızış değildi. Çok iz sürmüştü; hemen unutulmuştu.
Adam öylece şehrin son evlerine kadar kaçacaktı belki. Ta ki insanlarıyla, evleriyle, hattâ havasında ve suyunda büyüdüğü için gerçekliklerini yitirip insanlaşmış evleşmiş ağaçlarıyla şehir çok gerilerde kalıncaya kadar kaçacaktı. Gökyüzü ile yeryüzünün arasını gerçek ağaçlardan, gerçek topraklardan başka bir şeyin doldurmadığı bir yerde duracaktı. Işıkların yalan olmadığı, akşam karanlığının yalan söylemediği, gökyüzünün ve yeryüzünün bütün açık yürekliliği ile sere serpe göründüğü bir yerde ancak soluk alabileceğini, içinde biriken kiri ve tortuyu dökebileceğini umuyordu. Bu umuş yarı yolda kaldı.
Bu dört yol ağzında —gelip geçenler azalmıştı— bir ses durdurdu onu bu defa. Cılız, korkak, küçük bir ses. Ama cılızlığına, korkaklığına ve küçüklüğüne rağmen gizli bir umutla yiğitti. Adam elinde olmadan döndü. Gözleri çarpıntılı bir sevinişle sesin geldiği yeri aradı. Tam köşede, sesi gibi cılız bir çiçekekçi büzülmüştü. ‘Menevşeler!.. Mor menevşeler!. Üç demet kaldı.. Üç…’ Adamın gözlerindeki çarpıntılı seviniş yüreğine ve damarlarına geçmişti. Çiçekçiye doğru yaklaştı. Kar durmuştu sanki; akşam sabaha dönmüş ve söz verdiği ilkyazı getirmişti.
Çiçekçi, hızla geçip giden adamın önce durduğunu, sonra dönüp; geldiğini görünce, yarısı yırtık paltosuna sarınmağı da unutmuş, üç demet menevşeyi, epey zamandır bir arada tutmaktan üşüyüp katılaşan ellerini adama doğru uzatmıştı. Sesi daha çok umutlandığı için olacak, iyice yiğitleşmişe benziyordu: “İlkyazı getiriyor menevşelerim beyim. Mor menevşelerim… Üç demet kaldı.”
Adam, yanına iyice yaklaşınca daha cesur: ‘Üç demetle bir ilkyaz götürün beyim. dedi; ‘Bunlar çiçek değil güneştir.. Bakın!..»
Adama doğru uzatmıştı. ‘Sıcaklıktır bunlar beyim. Hanımınızı sevindirir! İlkyaz kokusudur bunlar…» Adam almazsa diye korkuyordu, belliydi; ben bunları satamazsam, böyle beklersem bu köşede,. karanlık çökerse, diye korkumdu. Adamın -ikircikli duruşundan, umutsuzlaşan sesinden menevşeleri satamayacağını sanmıştı.
Oysaki adam hiç de çiçekçiyi umutsuzlaştıracak gibi değildi. Ge yumuşamıştı yine. Gözleri derinleşmemişti; Işıl ışıl bakıyordu. çeler kadar ısıtıcı idi. ‘Kaç para bunlar?
Bu sadece çiçekçiyi sevindirmemiş, uyuşuk yağan karı keyiflendirmiş, katı karanlığı neşelendirmişti birden. Ve adamın menevşelere doğru çiçekçinin üşümüş elini ısıtmıştı. Çiçekçi ya almadan giderse bu da?, korkusu içinde bir çırpıda “Beş lira beyim” dedi. “Üçü beş lira, Bir ilkyaza beş lira çok mu?”
Adamın parmakları menevşelerdeydi.
Çiçekçi yorgun ve umutsuz “Ama siz ne verirseniz.. akşam. Son artık bunlar da. Ne verirseniz…” diye menevşeleri bıraktı adamın ellerine.
Adam, menevşelerin morluklarım incitmekten korkarak okşarken konuşsun istiyordu; daha çok konuşsun, bu konuşma daha da uzasın; yoruluncaya, kar duruncaya, gece bitinceye kadar sürsün istiyordu. Ve o gelinceye kadar. O, uzakta kalan şimdi; inanmadığı, güvenmediği için k le birlikte gelmeyen orda kalan kadın… Ama çiçekçinin korkusunu tüsünü anlayınca, böyle bir şeyin olmayacağım; karın durmasının, bitmesinin ve o kadının gelmesinin imkânsızlığını anladı. Üstelik çiçekçi de hemen yorulacaktı; öyle görünüyordu.
Cebinde, deminden beri buruşan kâğıt parayı çıkarıp verdi çiçekçiye. Bütün bir on liralıktı ve hemen hemen kalan son parasıydı. Menevşeleri, solar uçup gider korkusuyla yavaşça aldı.
Gidiyordu.
Çiçekçi, “Beyim” dedi. Paranın üstü…”
Adam, yolun öte yanına geçmişti. Dönüp bakmadı bile. İçinde, bütün da damarlarına yayılan hoş bir sıcaklık buğulanıyordu. Yüreği, eski yerinde ve o hoş sıcaklık içinde alabildiğine genişlemişti. Menevşeler iki avucundaydı. Yüreğinin üstüne doğru götürdü. Bir bu menevşeler vardı yeryüzünde şimdi; uzaklarda kalan bir kadın gibi bakan ve gülümseyen bu menevşeler; bir de kendisi. Başka hiç bir şey yoktu. Zaman silinmişti.
Ama uzun sürmedi bu da. Işığın altına gelince menevşeleri gözleriyle de sevmek istedi. Korktu; içi titredi. Menevşeler pörsüyordu. Boyunları bükülmüştü. Terlemişlerdi. Kıvrılıyorlardı.
Deli gibi döndü, geldiği yana adam. Kocaman, korkak gözleriyle delirmiş gibi çiçekçiyi aradı.
Çiçekçi yerinde yoktu.
Menevşeler ölecekti neredeyse. Zaman kapkara bir gece ve canavarlaşmış bir yalnızlıkla korkunçlaşıyordu.
Çiçekçiyi öteki yolda, yarısı yırtık paltosuna sarınmış ve büzülmüş giderken gördü. Otomobillerin ölümsü hızım da hiçe sayarak koştu arkasından. Yetiştiğinde çiçekçi suçlu “Ama ben arkanızdan bağırdım beyim” diye yalvardım. “Paranın üstü için…”
İstemem kalsın paranın üstü. Ben para için gelmedim. Ama ne olur şu menevşeleri; ölecekler…’
Çiçekçi, adamın konuşuşundan ve bakışından korktuğu için daha çok, menevşeleri aldı. Adam, menevşelerin, çiçeklerin ellerinde birdenbire canlandığını gördü şaşırarak, “Ama nasıl olur?. Ölüyordu bunlar…”
Çiçekçinin iyice korkan, yüzüne ve gözlerine aldırmadan rahat bir soluk aldı: “Ne yana gidiş baba?.”
Çiçekçi şaşkın burnu ve çenesiyle, gideceği yeri gösterdi. Adam eben de dedi. “Senin yanında azıcık yürüsem?. Sıkıldığın zaman söyle; dönerim”
Birlikte yürürlerken adam, çiçekçinin ellerinde canlanan menevşelere bakıyordu. Gözleri buğulandı. “Benim elimde ölüyorlardı az daha” diye mırıldandı. Çiçekçi, “Sana öyle gelmiş beyim” dedi. “Kimsenin elinde ölmez menevşeler. Herkesi severler; ilkyaz çiçeğidirler.”
“’Benim elimde herşey ölüyor.” diye üsteledi adam; “Her şey… Onun için…” Sustu. Soluk borusu tıkanır gibi olmuştu. Konuşmadılar.
Sonra adam sordu yine: «Evin var mı baba? »
“Var oğul.. bir gözcük işte. Gecekondu. Tee orda; tepede.” Şehrin dışını gösteriyordu.
‘Peki bekleyenin?. Bekleyenin var mı?
Işığın altındaydılar. Çiçekçi maviş maviş baktı adama. “Var” dedi. “Oğlan da kız da koyup gitti bizi; ev bark kurdular. Ama biz kaldık. Geç oldu bugün; köroğlunun gözü yollardadır.”
Adam sapsarı oldu; titredi. Döndü birden. Gittikçe kararan sapsarı yüzüyle döndü. “Anladım” diye mırıldandı. Sesi bir yere takılmış gibiydi gırtlağında. ‘Benim avuçlarımda menevşeler niçin ölüyordu şimdi anladım..”
Çiçekçi ışığın altında kaldı.
Adam, karanlığa gidiyordu.
Mustafa Necati Sepetçioğlu