Hikaye Örnekleri

Barometre-Sait Faik Abasıyanık

BAROMETRE

İki gündür, sabahları, sis diyemeyeceğimiz, bulut olduğu da şüpheli bir garip karanlık şehri basıyordu. Haziran başlarında idik. Öğleye yakın bu sis dağılınca gökyüzü namütenahi açılıyordu. Sabahleyin bu sis bulut karışığı ile birlikte ezici bir hava, şehrin hatta tepelerini bile avuçları içine alıp sıkıyor, sıkıyordu. İnsanların oturdukları yerde büyük ter taneleri döktükleri, ağırlık basıp uyuyakaldıkları, yürüyemeyip hemen bir duvara, bir ağaca dayanıp on metreden ötesi gözükmeyen deniz kenarlarına bakakaldıkları oluyordu.

Hep ağır, ezici, sıkıntılı şeyler düşündükleri belliydi.

Bu böylece belki bir hafta sürecek, sonra yine masmavi, cam parçaları gibi aydınlık, küçük yaprak yaprak şeffaf buz parçaları gibi ürpertici sevimli sabahlar yeniden başlayacaktı.

İşte böyle sabahlarda, sokakları bir ağaca dayanıp nereye gideceği üstünde yazmayan bir hayali tramvay beklemek bahanesiyle düşünmek; yahut da, adımlarım uykulu, başım düşüncesiz, yalnız tatlı, yumuşak, şehvetli diyebileceğim bu ağır havayı koklayarak ne hisse, ne fikre benzeyen meçhul yumuşak düşüncelerle dükkanların içinde uyuklayanları, ağır ağır yorgun geçen insanları, camekanların içindeki lüzumsuz eşyayı, hatta büyük mağazalardaki muhteşem kadın mankenlerini görmeden seyrederek dolaşmak çok zevklidir.

Birden gazeteci çocuklar sokak aralarından kıpkırmızı ter içinde fırlayacaklar. Çevik bacakları ile çağrıldıkları zaman bile durmadan ta uzaklarda kendilerini dört gözle bekleyen havadis meraklıları varmış da, bir gazeteye bin papel vereceklermiş gibi koştuklarını göreceğiz. Tramvaylar daha hızlı gidecekler … Küçük şapkacı kızları yanmış çorapsız bacaklarında çevik adaleler, esmer çukurlarla rüzgara karşı fistanlarını tuta tuta koşacaklar. Arabacılar, boyacılar, limoncular, küfeciler, onlarla alay edecek. Küçük kızlar:

– Haydi vire kale, diyecekler. Nerede ise Beyoğlu’ndan sis kalkacak, şehir kendini gösterecek. Bu nerede ise kendini gösterme hali sis başladıktan saatler saati sonra olur. Ondan evvel dediğimiz gibi müthiş bir hava hepimizi eziyor, sıkıyordu. Bir limonataya değil paramızı, hayatımızı verecek bir halde dolaşıyorduk. Yolum Yahudi mahallelerinden geçerdi. Bu kıvrak, şen, garip, her şeyi meydanda, her şeyi gizli, pis, pisliği nisbetinde canlı, yaşadığı hissedilen mahallelerde bile bu saatlerde bir sessizlik vardır. Eski ispanyolca jargonunda bile nihayet, bir Hindistan racasının maymunlarıyla oynarken söylediği esrarlı lisanın hafifliği kadar bir hafiflik kalmıştır.

Artık, Beyoğlu’ndayım. Hava artık insanı yürütmeyecek kadar ağır. Kaldırımlara insanlar, sinek kağıdına sinekler yapışır gibi yapışıp kalıyorlar. Ben de bir camekanın önünde kaldırıma yapıştım. Dükkanın önünde üç kişi idik. Biri bir itfaiye çavuşu, ötekisi kıranta bir Rumdu. Evvela Rum konuştu. Gözleri kadın korselerinde idi.

– Hava çok ağır, dedi, sabahleyin barometre durmadan düşüyordu.

İtfaiye çavuşu cevap vermedi… Adama, “Düşüyor da kırılmıyor mu?” diye soracak sandım. Sormadı. Ben kafamı salladım. Evinde bir barometresi bulunması lazım gelen adama hem bilgiçlik, hem tuhaflık olsun diye, “Cıva bile sevmiyor bu havayı!” dedim. Rum pis pis güldü.

İtfaiyenin gözü bir ipekli kombinezondan kaydı. Düşündü. Sonra bana döndü:

– Sen bekar mısın? dedi.

– Bekarım.

– Sen barba?

– Evet, çavuş.

Çavuş ikimizi de süzdü.

– Ben de! dedi.

Sustuk. Muhakkak barometre hala düşüyordu. Sanki bütün dünyada ses seda kesilmişti. Belki de şehirde terlemeyen hiç yoktu.

Yine itfaiye çavuşu konuştu:

– Şu bizim olsaydı, dedi.

Gösterdiği şey sarışın bir mankendi… Ben gülümsedim. Ne yapacaktı acaba mankeni? .. diye kendi kendime sormadım. Hava sıkıntılı, bayıltıcı idi. Meraksız mı meraksızdım. Neme lazımdı.

Çavuş:

– Ah şu benim olsaydı! Bir evime götürseydim onu …

Sarı saçlı, ince kaşlı, çekme burunlu, badem gözlü manken hafifçe gülüyordu. Başını bir tatlıca yana eğmişti.

Çavuş:

– Değil mi beyim? dedi. Şu bizim olsaydı…

Hava ağır sıkıntılı idi. Kocaman kocaman ter taneleri döküyorduk. Kıranta Rumla birbirimize bakıştık.

Ben:

– İyi olurdu, dedim, uzaklaştım. Arkamdan Rum da camekandan ayrıldı. İtfaiye çavuşunu mankene, kombinezonların ipine ipliğine bıraktık.

SAİT FAİK ABASIYANIK

Yedigün, (777), 25 Ocak 1948

Yazdır

Yazar hakkında

admin

Yorum yap