Hikaye Örnekleri

Baba-Oğul – Sait Faik Abasıyanık

BABA-OĞUL

Bir müvezziin tek başına günde bin gazete satıp satamayacağı münakaşasını açan adam bir aralık ayında durmadan terliyordu. Münakaşa, gazetelerini meyhanenin boş bir masasına bırakmış kırpık bıyıklı, yuvarlak yuvarlak genç gözlü müvezziin kararıyla sona erdi. O bin gazete hiçbir gün satmamıştı. On beş senelik müvezzi idi.

Yazın altı yüz tane kadar satmıştı. Ama bin tane hiç satmamıştı. Durmadan terleyen adam bin gazeteyi bir müvezziin tek başına satabileceğini biraz evvel hararetle müdafaa ettiği için müvezziin lakırdısının sonunu beklemedi. On dakika evvel kendisine sorulmuş bir suali şimdi hatırlamış gibi yaptı. Soluna döndü. Ona durmadan niçin terlediğini soran adama anlatmaya başladı:

– Babam da böyle idi. Yaz kış, gece gündüz, hatta uyku uyurken durmadan terlerim. Babam da böyle idi. Şu teri keseyim, dedi. Kesti de …

– Nasıl kesti?

– Kesrnek kolay. Biraz şap, biraz kına alırsın.

– Nasıl kına?

– Bayağı kına, şu bildiğimiz ihtiyar kadınların saçiarına yaktıklarından.

– Evet.

– Yoksa siz de mi çok terlersiniz?

– Şey … Evet… Ama … Benim ayaklarım terler.

– Haa, bakın benim ayaklarım hiç terlemez. Ne diyordum? Ha … Biraz şap, biraz kına. Şöyle bir başınızdan aşağı döktünüz mü idi ter kesilir. Ter kesilir ama on beş gün sonra bir kesiklik başlar. On altıncı gün kafayı vurup yatarsınız. Bir daha da kalkamazsınız. Ben doktora gittim. Terimi gösterdim. Ermeni doktor: “Efendi git başımı belaya sokma! Allahına şükrct ki terliyorsun” dedi.

– Demek iyi imiş terlemek?

– Tabii iyi. Ama kalbirn biraz zayıf. Zararı yok. Teri kesrnek mi? Sakın ha, babam kesti kırk üç yaşında inna lillah ve inna ileyhi raciun!

– Vay anasını!

Müvezzi meyhaneciye:

– Babaya bir tek daha! Bir porsiyon da uskumru yap!

Terleyen adam nihayet dudaklarının içine, burnunun deliklerine, beyaz ve şişman boynuna düşen boncuk boncuk terlerini silmek lüzumunu duydu. Cebinden küçücük siyah bir mendil çıkardı. Yüzünü, gözünü, ensesini, boynunu sildi. Bir mendile baktı, bir yanındaki adama. Dikkatle baktı. Ben de baktım. Tuhaf bir şeydi. Bu iki adamdan müvezzi olanı yirmi beş yaşlarında gözüküyordu. Ötekisi elli yaşında vardı. Ama birbirlerine öyle karışık bir şekilde benziyorlardı ki! Müvezziin rengi kırmızı, sıhhatli bir renkti. Halbuki adamın kara sarı bir rengi vardı. Müvezzi gergin yüzlü idi, o buruşuktu. Müvezziin gözleri pırıl pırıldı. Onunkiler sönüktü. Müvezziin saçları bakıra çalar renkte kumraldı. Onunkiler simsiyahtı. Aralarında adeta hızlı hızlı, diken diken fırlamış beyazlar da vardı.

Terleyen adam müvezziye:

– Tuhaf bir şey, dedi, hiç benzeyen bir yeriniz yok gibi, ama yine de müthiş birbirinize benziyorsunuz.

Müvezziin yüzünde sevimli, canlı, yüzü yıkayıp temizleyen bir gülümseme gözüktü. Ona benzeyen ihtiyar adamın dudağı kaydı, yüzü buruşup kirlendi. Bir ölü ışık uçtu gözlerinde. O da gülüyordu.

Müvezzi:

– E, elbette, dedi, babam.

Terleyen adam:

– Baban mı? dedi.

Bu sefer ihtiyar tok bir sesle:

– Oğlum beyim, dedi, evet.

Yine gülümsedi. Bu sefer terleyen adam da gülüyordu. Şişman yanağının ta ortasında berrak bir ter damlası bir pire yakalar gibi tuttu, güldü.

İhtiyar adam: – Ne güldünüz, dedi. Hayret ettiniz değil mi?

Terleyen adam:

– Hayır, hayır dedi, ne münasebet. Niçin hayret edeyim. Yaşını başını almış bir evlat, genç kalmış bir baba. Keşke benim de bu yaşta bir oğlum olsaydı, beraber içerdik.

Müvezzi:

– Hem de beraber terlerdiniz, dedi.

Terleyen adam, ağarmış şakaklarından süzülmeye koyulan ıslaklığı elinin ayasıyla kuruladıktan sonra:

– Şu baba oğula benden birer duble rakı.

Müvezziyle terleyen adam yine ter bahsi üzerine konuşmaya daldılar. Müvezziin babası bu sefer bana döndü:

– Hayret edecek bir şey mi var? Olmaz mı? dedi. Rakı içmek ayıp mı? Hırsızlık yapmak, başkasının ekmeğine göz dikmek günah. Baba oğul içeriz, dedi.

Sonra sesini yavaşlattı:

– Bahri ye mektebinde okuttum, dedi. Olmadı, okumadı.

– Ne zararı var, dedim. Ekmeğini çıkarıyor ya.

– Elhamdülillah çıkarıyor. Hem de iyi çıkarıyor. – Mesele yok öyleyse. İhtiyar adam rakı kadehine daldı. Sesi daha yavaşlamıştı:

– İki tane idiler, dedi. Şuralar yıkılmadan evvel küçük bir sehpa gibi bir şeyim vardı. Yirmi sene oluyor. Orada gazete satardım. Bunlar da mektebe giderlerdi. Benim gözüm ötekini tutuyordu. Ah bu başımın belası olacak, diyordum. Dokuz on yaşında idi o zaman. Cıgara içerdi. Üstü başı pisti. Kunduralarını çıkarır, satar, yalınayak gezerdi. Ne tokat para ederdi, ne nasihat, ama öteki. Öteki tertemizdi. Bir defterler tutardı. Bayılırdık Hocası beni görünce onun yüzünden tebrik ederdi. Bundan dört yaş büyüktür. Sonra doktor mektebine verdik, okudu. Avrupa’ya gitti geldi. Senin anlayacağın adamakıllı doktor oldu.

Kadehini almak üzere ihtiyar büyük yumruğunu uzattı.

– Doktor oldu ama adam olmadı, dedi. Ölsem ondan bir şey istemem. Şimdi bizi tanımıyor. Hocasının kızı ile evlendiler daha geçenlerde. Yarım ağızla çağırdılar da. İhsan gitti, ben gitmedim. Onun da bir tek temiz elbisesi var. Kardeşim diye tanıtmamış. Akrabalardan demiş. Yediği naneye bak.

Bunu da bahriye mektebine verdim. Durur oturur mu? Şimdi düşünüyorum, o da bir büyük adam olurdu. Gazete müvezzii babasını hatırlamazdı belki. Yahut hatırlardı da ondan utanırdı. Yani, beyefendi, insanın bazen abuk sabuk düşündüğü oluyor. İyi ki bu adam olmadı, diyorum.

– Adam olan bu, beybaba, dedim.

Yüzüme gözlerini, hasta, kenarları bumburuşuk gözlerini kaldırdı. Tertemiz yuvarlak gözleriyle bana baktı. Sonra oğluna döndü. Bakışlarıyla kocaman delikanlıyı uzun uzun kucakladı. İftiharla yükseldi. Boynundaki gazete kayışını tuttu. Çekip bıraktı.

Müvezzi döndü:

– Ne o, baba, dedi. Aynı gözlerle bakıştılar. Adamın gözü yaş içinde idi. Müvezzi meyhaneciye döndü:

– Babaya artık rakı verme, dedi. Efkarlanıyor.

SAİT FAİK ABASIYANIK

Varlık, (33 1), Şubat 1948

MİNİ SÖZLÜK:

müvezzi: dağıtıcı

Yazdır

Yazar hakkında

admin

Yorum yap