Mecnun; sevda yüzünden kendini kaybetmiş kimse, çılgın, deli demek. Eski kültürlerde aşk hem yüceltilmiş hem de olağan dışı bir durum kabul edilmiş. Modern psikiyatri ise aşkı, evrim süreciyle açıklamaya çalışırken eş seçimi ve üreme gibi olgularla ilişkilendiriyor. Kimi psikiyatristler ise tedavi edilmesi gereken takıntılı bir duygu durumu olarak açıklıyor. Yine psikiyatri, aşkın gerçekleşmesi için tutku, cinsel ve tensel çekim, bağlılık gibi durumların bir arada olması gerektiğini söylüyor. Bazen bu durumlardan sadece birini aşk sanabiliyoruz.
Nereden bakarsak bakalım aşk insan hayatında, ölümle birlikte, en sıra dışı iki olgudan biri. Bu nedenledir ki her çağda sanatın en başat iki teması olmuştur: aşk ve ölüm. 4.000 yıl önce genç bir rahibe Sümer kralına olan aşkını tabletlere yazmış. Yine Odysseia, Kerem ile Aslı, İlahi Komedya, Romeo ve Juliet, Anna Karanina gibi birçok büyük yapıt aşkın ve ölümün abideleri gibidir.
Günümüzde aşkın da postmodern bir boyut kazandığı söylenir. “ Nerde o eski aşklar!” dediğimiz oluyor sık sık. Galiba biz fark etsek de etmesek de aşk can yakmaya devam ediyor. Tıpkı Ayfer Tunç’un “Aşıklar Delidir yada Yazı Tura” romanının trajik kahramanları Umut ve Sanem’in canını yaktığı gibi.
Romancı, yapıtını az çok deneyimlerinden, gözlemlerinden yola çıkarak yaratır. Güçlü bir duygudaşlığa, yetkin bir kavrayış gücüne, incelmiş bir dil zevkine, çok yönlü bir birikime de gereksinimi vardır yazarın. İyi bir okur da bir romana yaratıcılık, gerçeklikle kurduğu ilişki, kurgu ve dil yetkinliği üzerinden bakar. Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura tüm bu ölçütler açısından değerlendirildiğinde yetkin, başarılı bir roman sayılmalıdır.
Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura günümüzün küresel ruhunu yakalamayı, bu küresel gerçekliği yansıtmayı başarmış. Umut, Sanem, Stefhan, Cathy, Yaşiko, Eda, Araş, Mustafa, Larry, Ryuke… Birçoğu farklı kültürlere ait bu insanları Amerikan rüyası buluşturmuş. Hemen hepsinin hayatları acıklı, travmalı hayatlar… Bu kişiliklerin çoğu iyi eğitimli, hali vakti yerinde insanlar. Korkunç derecede yalnız bir insan Alman Stefan yetkin bir gen bilimci, Japon sevgilisi Yaşiko kariyerli bir manken, Sanem zekâsı ve yeteneğiyle hayatın karşısına çıkardığı bütün engelleri yenmiş başarılı bir mimar, Umut çevirmen, İranlı Araş özellikli bir ayakkabı ustası, Eda ve Mustafa bir şekilde paraya ulaşmayı başarmış girişimci insanlar. Dışardan bakıldığında imrenilecek kariyerlere sahip bu kahramanların hayatlarına girdiğinizde içiniz burkuluyor. Acı öylesine yoğun ve somut ki kitabın sayfalarının arasından çıkıp size bulaşıyor.
“Bencil insanların hasta ettiği insanlar” sözünü genellikle psikiyatristler kullanır. Çünkü hastaları çoğunlukla naif, duyarlı insanlardır. Hayatları yakın çevrelerindeki bencil insanlar tarafından sakatlanmıştır. Sanem’in hayatı da böyle bir hayattır. Silik ve hastalıklı bir baba, bencilliğin sınırlarını zorlayan bir anneanne, sorumsuz bir anne, kişiliksiz bir abi, Sanem’in doğurduğu bebeği bir eşyayı sahiplenir gibi sahiplenen duygusuz bir abla, hayırsız mı hayırsız bir sevgili… Sanki hepsinin tek varlık nedeni Sanem’in kâbusu olmak.
Umutsuz aşkın diğer tarafında ise Umut var. Umut hali vakti yerinde bir ailede büyüyor. Sanem’inki gibi küçük bir odaya sıkıştırılmış bir çocukluğu yok. Babası anladığımız kadarıyla bir emniyet mensubu, adı işkence olaylarına karışmış. Babası, annesi ve abisiyle birlikte mutlu bir hayatları var. Babasının ilk evliliğinden olan bir abla da girecek Umut’un hayatına sonradan. Umut’un trajedisi annesinden genetik yolla geçen ölümcül bir hastalığa yakalanmasıyla başlar. Sanem’le tedavi için gittiği Amerika’da tanışır. Sanem, hayatının aşkıyla karşılaşmıştır. Ama bir süre sonra Umut ona ölümcül sırrı Sophie’den söz edecektir.
Roman boyunca sadece imkânsız bir aşkın sıra dışı serüvenine tanıklık etmiyorsunuz. Ölüm, yalnızlık, tutku, hayatın anlamı – anlamsızlığı, özveri, evlilik, aile, vicdan gibi kavramlar hakkında bildiğiniz yerleşik kanıları sorgulamak zorunda kalıyorsunuz. Çoğu zaman yaşamanın ağır bir bedeli var. Bu sonsuz döngünün, kaosun içerisinde anlamlı ve mutlu bir hayat yaşama bahtiyarlığına ulaşmış tek bir kişi bile yok romanda. Buna karşın roman okuru mutlak bir umutsuzluğa itmiyor. Umut da Sanem de hayatlarındaki bütün olumsuzluklara rağmen güçlü, duruşu olan, yüksek insani değerlere sahip iki roman kahramanı. Her iyi insanın hayatından bir şeyler bulabileceği kişilikli, güzel insanlar. Sanem de Umut da insan türünün soylu değerlerini temsil ediyorlar. Çocukları tarafından terk edilmiş alzheimerli Cathy’le Sanem ve Umut ilgilenir. İyilik, vicdan, sorumluluk, aşk, sevgi, bağlılık gibi postmodern dünyanın anlamsızlaştırdığı birçok değer Sanem ve Umut’ta içselleşmiş ve varoluşsal bir boyut kazanmış olarak çıkar karşımıza.
Her okurun başına mutlaka gelmiştir. Kimi roman kahramanları için, “ Yazar sanki beni anlatmış.” dediği olmuştur. Benim için de dünyanın en yalnız adamı Stefan çok tanıdık biriydi. Ancak hayatlarımızla ilgili en kritik kararları alırken o bir Alman gibi davranmış, ben de bir Türk gibi davranmıştım. Sonuçta her ikimiz de bedel ödemiştik. Anladım ki aldığım ve alamadığım kararla, ödediğim bedelle bugün ulaştığım insanlık anlayışı arasında güçlü bir ilişki var. Ve roman kahramanlarının hayatlarına karıştıkça kendi hayatıma daha çok saygı duydum.
Bir gül bir güldür bir güldür bir gül, dizesi romandaki leitmotifleden en sık kullanılanı. Nilgün Marmara’nın şiirinden alınmış bir dize. O da Sanem ve Umut gibi kaybedenler kulübünden. O da yaşamıyla ve şiirleriyle yaşam karşısında öylesine yalınkılıç, çıkarsız ve katıksız ki… Bu dünyayı yaşanmaya değer bulmamış olmalı. Ya da böylesine haşin bir dünyaya göre fazlaca kırılgan ve naifti. Yine insanın içini burkan diğer bir leitmotif, Ya’aburnee (beni sen göm)… Cehennem imgesini insanoğlu Arabistan çölünden yaratmış olmalı. Yine Arap kadını bu acımasız çölü sevgi dolu kalbiyle, özverisiyle yaşanılır kılan tek güzellik olmalı. Ya’aburnee, aşkın ve çaresizliğin çığlığı gibi. Kitabın sonunda Umut’un bileğinden kan akarken Sanem, Umut’a bu Arapça tümceyle seslenir umutsuzca.
Roman bittiğinde Elias Canetti’nin Körleşme, E. Yalom’un Nietzsche Ağladığında, Kafka’nın Dava romanları geldi aklıma. Ama itiraf etmeliyim ki Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura hepsinden daha çok sarsıcıydı. Romanı bana öneren arkadaşıma sosyal medyadan birkaç tümce yazdıktan sonra kendime bir kahve yaptım. Çoktandır aklımı kurcalayan, gittikçe ikna olduğum o düşüncemle baş başaydım yine: Hayatın mutlak bir anlamı yoktur. Ne kadar öğrenirsek öğrenelim, ne kadar yetkinleşirsek yetkinleşelim ulaşabileceğimiz en bilge düşünce budur. Sonsuz raslantısallığın ortasında hayata gelmiş olmanın olabildiğince keyfini çıkarabilmek en güzeli. Acı da sevinç de umut da umutsuzluk da kazanmak da kaybetmek de hayata dairdir. Özsaygımızı, yaşama sevincimizi, aklımızı yitirmediğimiz sürece hayattan anlam parçacıkları devşirebiliriz.
Sahi aşk nedir? En soylu duygumuz mu? Hayatlarımızdaki boşluğun ansızın bizi içine çekivermesi mi, hayatın karşımıza çıkardığı imkânsızlıklara bir meydan okuma mı? Sizi sonsuza dek sakat bırakan bir takıntılı olma hali mi? Yoksa delilik mi? Umut’la Sanem’in aşkı hangisine denk düşüyor?
Ya’aburnee diyorum.
Duydun mu? Beni duyuyor musun?
TURGAY ÇİMEN