Bir resim dersini koridor penceresinden seyrediyordum. Öğretmen, eski ve renkli antika bir toprak sürahi getirerek kürsünün üzerine koymuş ve talebeye bu derste yapılacak resim hakkında izahat vermişti. Sözünü bitirdikten sonra arka sıralardan bir çocuk kalktı, kalemini açmak için karşı tarafındaki arkadaşından çakı alacağını işaret ederek müsaade istedi. Kürsünün önünden geçerken sürahinin kulağına şöyle bir dokundu ve çevirerek sapını, önüne getirdi. Sonra çakıyı alarak yerine gitti. Öğretmen kürsünün önüne gelince sürahiye baktı ve sordu:
− Yapmaya başladınız mı?
Daha hiç kimsenin kâğıdında bir çizgi bile yoktu. Fakat hepsi birden bağırdılar:
−Başladık efendim, yaptık.
Öğretmen biraz düşündü. Sürahiyi yine eski vaziyetine getirerek :
−Yaptığınızı silin, böyle olmaz, yeniden yapın! dedi ve talebe arasında dolaşmaya başladı. Bu sefer öbür taraftan başka bir çocuk kalktı, lastiğini karşıda oturan arkadaşına vereceğini işaret ederek izin aldı. Kürsünün yanından geçerken sürahinin sol tarafına bir dokundu, sapı arkaya, ağzı öne geldi. Biraz sonra öğretmen bir şey tarif etmek üzere uzaktan sürahiyi süzdü, hayret gösterdi, kürsünün yanına gelerek yine sordu:
−Bu sürahiyi demin ben böyle mi koymuştum.
Bütün sınıf cevap verdi:
−Evet efendim!
−Hepiniz bu vaziyette mi resmini yaptınız?
−Evet efendim, hepimiz de böyle.
−Olmaz, yine silin.
Kollar ve kalemler oynamaya başladı.
Yine bir bahane ile kürsünün yanına gelen başka bir çocuk sürahinin içerisine birkaç tane çiçek sıkıştırdı. Arkadan başka birisi bağırarak sordu:
−Efendim, içindeki çiçekleri de yapacak mıyız?
Hoca, bu suali anlamadı. Tarif ettiler, gelip gösterdiler, o zaman çiçekleri alarak :
−Hayır, hayır! dedi, bunları kim koymuş, yapmayacaksınız siz.
Fakat artık talebe dayanamadı. Bütün sınıf kahkahalarla gülüyordu.
Biz orta mektep sınıflarında iken sarıklı bir Türkçe hocamız vardı. Bu zat masum bir ihtiyaç zımnında dersten çıkmak isteyenlere müsaade ederdi ve tabiî her ders birkaç kişi mahcup bir tavırla el kaldırarak dışarı çıkar, bir müddet gezinip gelirdi. Bir gün dersten çıkanlar o kadar çoğaldı ki sınıf neredeyse yarıya indi. Gidenler de bir türlü gelmiyordu. Son bir müsaade daha istenmesi üzerine hoca kızdı:
−Çatlasan vermem. Vallahi de vermem, billahi de vermem. Artık hiç kimseye izin yok! diye yemin etti. O esnada arka sıralardan “küt” diye ağır bir gürültü çıktı ve “ah” diye acı bir ses işitildi. Çocuğun biri sol elini sağ eli içinde tutarak hocaya doğru ilerledi. Bir parmağı kıpkırmızıydı ve ucundan damlalar dökülüyor du. Hoca hemen haykırdı:
−Koş, eczahâneye koş!
Çocuğun yaptığı numara idi, demir bir kutuyu kasten yere düşürmüş, parmağını kırmızı mürekkebe batırmış ve bağırmıştı.
Son sınıflarda başka bir hocamız vardı ki cidden kıymetli ve disiplinli idi. Bu hoca, hiç bir şeyi yutmadığını, bilhassa dersinde kopya yapmanın mümkün olmadığını sınıfta her zaman söylerdi. Bir gün bir arkadaşı kopya ederken yakaladı. Onu usta bir kopyacı diye belledi. İkinci imtihanda sınıfın ortasında bir iskemle üzerine oturarak dört yanını açık bıraktı ve karşısına geçerek gözünü ondan ayırmadı. Adetâ muallakta kalan çocuk esnemeğe, boyuna yüzünü silmeğe başladı. Bu muvaffakiyetinden memnun olan hoca da öğünerek çocukla eğleniyordu.
−Haydi bakalım, sil burnunu. Bakalım burnunu silmekle aklına bir şeyler geliyor mu?…
Fakat, garibi şu ki burnunu sildikçe çocuğun aklına bir şeyler geliyor ve kalemi oynuyordu. Çünkü ceplerinde beş on tane mendil ve her mendilin ucunda da iğneli birkaç kopya vardı.
Ankara Lisesinde stajyer öğretmen iken bir gün nöbetçi idim. Dokuzuncu sınıfın mümessili gelerek :
Efendim, sınıfta çok gürültü oluyor. Lütfen gelir misiniz!…
Dedi, hemen gittim. Sınıfta herkes hapşırıyor ve arkasından gülüyorlardı. Ben girince tabiî sustular. Kürsünün yanına geldim. En meraklı bir ders dinler gibi herkes susarak gözlerini bana çevirmişti. Kimlerin gürültü yaptığını ve niçin gürültü çıktığını sormağa vakit bulmadan burnumun içinde bir kaşıntı hissettim ve dalavereden haberim olmadığı halde çocukların karşısında hapşırmayı münasip görmiyerek dışarı çıktım. Fakat dışarı çıkınca hapşırma ihtiyacı kayboldu. Meğer çocuklar hapşırtıcı bir toz yayarak sınıfın havasını doldurmuşlar. Bunu bilmeyerek sınıfa giren herkes hapşırdıkça gülüyorlarmış.
Beni de hapşırtmak kasdıyla sınıfa çağırmışlar. Bir öğretmenin gözlerini süze süze, ağzını yaya yaya kürsüden hapşırması onlar için kimbilir ne tatlı bir eğlence sahnesiydi.
Bu gibi yerlerde aldanan öğretmen, talebe nazarında çok şey kaybeder. Açıkgöz olmamak, hocanın bütün meziyetlerini sarsabilecek bir ihtimaldir. Çünkü talebenin düşünmeyeceği yaramazlık, yapmayacağı yezitlik yoktur. En sevdiği, en korktuğu hocalara bile yutturmaya teşebbüs eder. Afallatmak ve müşkül mevkide bırakmak için garip garip sualler sorarlar. Öğretmenin zayıf noktalarını keşfederek, o sahalarda onu söyletmek için türlü kurnazlıklar yaparlar. Öğretmen, bütün bunlara karşı tetik bulunmalı ve talebenin her hareketini ihtiyatla telâkki etmelidir.
Dalgınlık ve unutkanlık gibi şeyler de bir hoca için hiç iyi olmayan huylardandır. Burada yine bir iki müşahademi kaydedeceğim :
Fevkalâde sevdiğimiz, çok kıymetli bir fizik hocamız vardı. Bir gün derse girdiği zaman pantalonun önünde gömleğinin küçük bir parçası çıkmış, bir dil şeklinde uzanmıştı. Baştan aşağı temiz ve muntazam lacivert bir elbise üzerinde bu küçük beyaz derhal fark edildi. Ve daha o kapıyı kaparken millet gülmeye başladı. Hocayı çok seviyor ve çok hürmet ediyorduk. Fakat gülmeden durmamıza da imkân yoktu. Sınıf ruhiyatı böyle bir şeye kayıtsız kalamaz. Bütün gayretlerimize rağmen ancak kahkahaları tutabildik. Gülmemek için mendilleri ağzınıza tıkıyor, dudaklarımızı ısırıyor, hoca tahtaya formülleri yazarken biraz sabredebiliyorduk. Fakat geri dönüp de anlatmaya başladı mı gözümüz derhal küçük beyaza kayıyor ve o esnada gülmemek için kendine bin azap ve eziyet eden birisi küçük “kık” kaçırdı mı bütün makaralar çözülüyor, suratlar kıpkırmızı oluyordu. Her zaman hürmet ve ciddiyetini gördüğü öğrencinin o dersteki haline öğretmen de şaştı. Fakat hem gülüp, hem mahcup olan çocukların bu garip halini bir türlü anlıyamadı. Tabiî o ders, hiç bir şey dinlenmedi, bir şey öğrenilmedi. Bütün kabahat öğretmenin kendi üzerindeki bir tuhaflığı seçecek kadar uyanıklık göstermemesi, derse gelirken şöyle bir aynaya bakmaması, yahut üstünü başını düzeltmeye ehemmiyet vermemesiydi.
Başka bir öğretmen tahta başında trigonometri kaidelerini alt alta dizerken arkasında, ceketinin eteği altından küçük, kırmızı bir şey çıktı. Bunu gören sınıf durur mu? Hemen işaretler verildi. Ve kıs kıs gülmeler başladı. Hoca bize dönünce gülme mevzuu kayboluyor, fakat tahtaya döndü mü yeniden başlıyor, kırmızı şey de gittikçe büyüyordu. Hoca güldüğümüzün farkına vardı, bir iki defa dönüp sordu. Biz sustuk ve susmak istiyorduk. Fakat arkasını dönünce yeniden ve daha fazla gülüyorduk. Nihayet hocanın belindeki kırmızı örme kuşak açıla açıla büyüdü, uzadı ve ayaklarına dolaşmaya başladı. Hazret, o zaman işin farkına vararak kuşağını topladı ve bize dönerek kuşaktan daha kırmızı bir yüzle :
−Buna mı gülüyordunuz efendim! dedi..
Sınıfın ruhiyatı çok gariptir. Bir sınıfta böyle şeylerden daha mükemmel gülme mevzuu olamaz ve sarî olan gülüş derhal bütün sınıfı doldurur. Öğretmen çocuklara böyle bir gülme mevzuu vermemeye çok dikkat etmelidir. Üstünü başını her an muayene etmeli, sınıfta oturup kalkarken, gezip konuşurken yanlış ve tuhaf bir hareket yapmamaya çalışmalıdır. Öğretmen odasında bir ayna ve bir fırça muhakkak bulunmalı ve öğretmenler derse girerken bir kere kıyafetlerini gözden geçirmelidirler.
Yazar:Vasfi Mahir Kocatürk