İnceleme-Araştırma

ÂŞIK VEYSEL’İN ŞİİRLERİNDE EDEBİ SANATLAR

Aşık Veysel Şatıroğlu, Aşık Edebiyatının daha geniş anlamda Türk Halk Şiirinin son büyük temsilcisidir. Bu yazımızda Aşık Veysel’in şiirlerinde edebi sanatlara örnekler bulmaya çalışacağız.
Önceki yazımızda Karacaoğlan’ın şiirlerinde edebi sanatlar konusunu ele almış ve Halk şairlerinin üslubu üzerine genel bir değerlendirme yapmıştık. O yazıdan bir paragraf:
“Halk şiirinin genelde yalın bir anlatımı vardır. Ancak Halk şairlerinin söz sanatlarını, mecazlı söyleyişleri tümüyle dışladığı da söylenemez. Gerek Âşık ve Tekke edebiyatlarında gerekse anonim ürünlerde edebi sanatlara çok güzel örnekler bulmak mümkündür. Gerçi, Halk Edebiyatında edebi sanatların kullanımında bir çeşitlilik görülmez. Bunun bir nedeni âşıkların çoğunun okuma yazma bilmemesi ve şiirlerini doğaçlama (irticalen) söylemeleridir.
Edebi sanatlara Halk şairleri de yer verir. Ancak bunlar teşbih, teşhis, cinas mübalağa, kinaye gibi üç dört sanatla sınırlıdır. Çoğu eğitimsiz olan ve usta-çırak ilişkisiyle kendini yetiştirmeye çalışan Halk şairi, tevriye, leff ü neşr, tecahül-i arif, hüsn-i talil, terdit, rücu gibi sanatları bilmez. Yapmışsa da bu bilinçli değildir. Halk şiirinde parlak imgeler, özgün söyleyişler yok denecek kadar azdır. Kalıplaşmış dizeler, ölçü ve kafiyeyi tutturmak için bulunmuş, şiirin bütünlüğünü bozan doldurma mısralar halk şiirinin sanat değerini sınırlar.”
Âşık Veysel’in şiirleri konu bakımından epeyce bir çeşitlilik gösterir. Veysel, sözü süslemekteki başarısıyla da Aşık Edebiyatında seçkin bir konum edinmiştir. Âşık Veysel ümmi bir halk ozanıdır, şiirlerinde halk söyleyişlerine geniş yer vermiştir, söz sanatları açısından da son derece zengin ve başarılı şiirleri vardır.
Veysel bir halk filozofudur. Didaktik şiirleri hayata bakış açısının özgün bir yansımasıdır. Koşma ve semai türünde söylediği şiirlerde halk söyleyişlerine, deyim ve atasözlerine sıklıkla yer verir:
Gülü yetiştirir dikenli çalı/ Arı her çiçekten yapıyor balı / Kişi sabır ile bulur kemali/ Sabretmeyen maksudunu bulamaz/
Şiirde şairin kişisel buluşunun ürünü olan özlü sözler kullanmasına icaz, herkesçe bilinen bir atasözünü olduğu gibi veya kısmen değiştirerek kullanmasına ise irsal-i mesel denir. Veysel’in şiirlerinde icaz ve irsal-i mesel örneği olabilecek pek çok dize, dörtlük bulmak mümkündür:
Tilki gölgesine aslan gizlenmez/ Yiğidin gölgesi kendinden olur
Veysel’in toplumsal olaylara, din ve siyasete ince eleştiriler yönelttiği bu tür didaktik söyleyişlerinde yer verdiği atasözlerinin mecaz anlamı yanında gerçek anlamı da şiire uygun düşer. Bu durumda kinaye yapılmış olur. Kinayede mecazi anlam kastedilir.
Taşıma su ile değirmen dönmez/ Dökülür çarka su kendinden olur
“Taşıma su ile değirmen dönmez” atasözü,işi yapacak olanda yeteri kadar güç bulunmadıkça başkalarının küçük katkılarıyla sürekli ve büyük bir iş yürütülemez, anlamında kullanılır.
Kar suyundan süzen çeşme göl olmaz / Gül dikende biter diken gül olmaz/ Vız vız eden her sineğin bal’olmaz / Peteksiz arının balı yalandır
Veysel’in yeteneksiz ve verimsiz insanları iğnelendiği bu didaktik şiirinde icaz sanatının yanı sıra kinaye yapılmış.
Şu alemi yaratan bir / Odur külli şeye kadir/ Alevi Sünnilik nedir/ Menfaattir varvarası
Veysel, Halk şiiri geleneğini günümüz zevkine başarıyla uyarladı. Şiirlerinde gurbet, özlem, aşk, yaşama sevinci, tabiat sevgisi, ölüm ve milli duyguları işledi. Âşık Veysel, bir yanı ile sürdürdüğü âşık şiiri geleneği ile çağının toplumsal sorunlarını şiirlerinde ustaca bir araya getirdi Milli birlik ve beraberliğin önemini konu alan bu dörtlük onun ileri görüşlü, hümanist bir halk filozofu olduğunu gösteren veciz sözlerdir.
Anlatamam derdimi dertsiz insana / Dert çekmeyen dert kıymetin bilemez
Veysel’in özlü sözlerinden biri daha. Şair, güçlü bir anlamın yanı sıra sözcük ve ses tekrarlarıyla hafızalara kazınan bu dizelerde “d “ve “r “seslerinin sık tekrarlayarak (aliterasyon) ve tümüyle düz ünlüleri (a, e, ı, i) kullanarak (asonans) güçlü bir ahenk yakalamış.
Derdim bana derman imiş bilmedim / Hiçbir zaman gül dikensiz olamaz
Veysel’in doğal bir söyleyişi vardır. Dili ustalıkla kullanır. Tekniği gösterişsiz ve nerdeyse kusursuzdur. Bu dizelerde şair derdinin kendisine derman olduğunu söyleyerek basit bir karşıtlığın ötesinde çelişkili sözler söyleyerek tezat sanatı yapıyor ki tezat sanatında asıl önemli olan mantıksız ve çelişkili sözleri bir arada kullanmaktır.
Derdimi söylesem derin dereye / Doldurur dereyi düz olur gider
Şair, çileli hayatını dereye anlatır, dereye insan kişiliği kazandırarak teşhis yapar. Öylesine dertlidir ki dertleri dereyi doldurur (mübalağa). Bu dizelerde de “d” ve” r” aliterasyonu dikkat çekiyor.
Aşık Veysel’in koşmalarında çok incelikli istiare örnekleri bulmak mümkündür. İstiare yarım bir benzetmedir, benzetmenin iki temel öğesinden, benzeyen ve kendisine benzetilenden, yalnızca biri kullanılır, verilen ipuçlarıyla söylenmeyen öğe okuyucunun yorumuna bırakılır:
Dünyaya geldiğim anda / Yürüdüm aynı zamanda / İki kapılı bir handa / Gidiyorum gündüz gece
Han, bir tür oteldir. Eskiden şehirlerde, kasabalarda veya yolların geçit yerlerinde yolcuların konaklaması, kendilerinin ve hayvanlarının gecelemesi için yapılmış binalardır. Handaki konaklama kısa sürelidir. Bu ünlü dörtlükte dünya iki kapılı bir hana benzetilmiş. Bu hanın iki kapısı doğum ve ölümdür. Şiirde benzeyen dünya veya hayat, benzetilen ise handır. Sadece kendisine benzetilen verilir, benzeyen ise okuyucunun tahminine bırakılırsa açık istiare yapılmış olur.
Şiirde söylenmesi kolay gibi görünen zor söyleyişlere sehl-i mümteni deniyor. Sözlük anlamı “elde edilmesi hemen hemen imkânsız kolaylık” demektir. Bir edebî terim olarak kolayca söylenmiş gibi görünen, ancak benzerinin söylenmesi çok güç olan özlü söz ve ifadeyi belirtir. Sehl-i mümteninin en belirgin özelliği doğallık, kısa anlatım, derinlikli bir anlam ve anlaşılır olmaktır. Sehl-i mümteni şiirde ustalık gerektiren önemli bir üslup özelliğidir. Veysel’in, “Dünyaya geldiğim anda/ Yürüdüm aynı zamanda/ İki kapılı bir handa/ Gidiyorum gündüz gece” dörtlüğü son derce başarılı bir sehl-i mümteni örneğidir. “Ben giderim sazım kalır/ Dostlar beni hatırlasın” dizeleri de aynı şekilde kolay görünen gerçekte ise zor bir söyleyiştir. Bu dizelerde şairin geride bıraktığı, kendisini hatırlatacak olan, bağlaması değil o bağlamayla söylediği türkülerdir. Bu da bir mecaz-ı mürseldir.
Can kafeste durmaz uçar/ Dünya bir han konan göçer.
Bu dizelerde ise bir dizi istiare yapılmış. Can kuşa, vücut ise o kuşun hapsedildiği kafese benzetilmiş. Kuşun kafesten uçması ise ölümdür. Bu defa benzeyenler (can, kafes, kafesten uçmak) verilmiş kendisine benzetilenler (kuş, vücut, ölüm) söylenmemiş. Bu durumda yapılan söz sanatları kapalı istiare olur. İkinci dizede ise hem benzeyen (dünya), kendisine benzetilen (han) verilmiş. Benzetme yönü de var: konan göçer. Eksik olan benzetme edatı.
Evvel de topraktır sonra da adım / Geldim gittim bu sahnede oynadım/ Türlü türlü tebdilata uğradım/ Gahi viran sen olurdu postlarım
Hayatı bir tiyatroya, dünyayı bir sahneye benzetmek de özgün bir istiaredir.
Aşık Veysel, sazını peteğe kendini arıya benzettiği tam teşbih örneği şu dizelerde benzetme edatı olarak “misali sözcüğünü kullanmış:
Sen petek misali Veysel de arı / İnleşir beraber yapardık balı
Veysel’in inleşerek arıyla yaptığı bal nedir? Şair, şiirlerini bala benzeterek yine bir açık istiare yapmış. Arıya insan kişiliğinin kazandırıldığı bu dizlerde teşhis sanatı yapılmış, her teşhis aynı zamanda bir kapalı istiaredir.
Teşbih, doğal olarak Veysel’in en sık kullandığı söz sanatıdır. Aşağıdaki dizelerde Veysel sevgiliyi ceylana kendisini de bir avcıya benzetir. Ancak ozan o ceylanı sazıyla avlamaya çalışır. Sazın/ sözün oka veya tüfeğe benzetilmesi çok güzel bir kapalı istiaredir:
Sen bir ceylan olsan ben de bir avcı / Avlasam çöllerde saz ile seni./ Bulunmaz dermanı yoktur ilacı / Vursam yaralasam söz ile seni.
Veysel’in şiirlerinin en belirgin özelliği doğal bir söyleyişinin olmasıdır. Veysel’in türküleri son dönemde gelişmiş müzik aletleriyle yeni bir sunumla söylenmeye başlandı. Kendi türkülerinden birinin yeni bir yorumunu Veysel’e dinletmişler ve ‘Nasıl buldun usta?’ demişler. Verdiği cevap, filozofça olmasının yanı sıra benzetme sanatına da güzel bir örnektir: “Dağlarda bir çiçek olur, onu alır şehre getirirsin, güzel saksılarda, güzel topraklar içinde yetiştirir, geliştirirsin. Belki daha güzel bir çiçek olur, ama o eski kokusunu bulamazsın.”
Söze bir güzellik, bir anlam derinliği kazandıran edebi sanatların başında kinaye gelir. Kinayede bir söz veya söz öbeği hem gerçek hem mecaz anlamını düşündürecek biçimde kullanılır ancak mecazi anlam kastedilir:
Gün gelir Veysel’i bağrına basar / Benim sadık yârim kara topraktır.
“Benim sadık yârim kara topraktır.” nakaratıyla hafızalarda kalıcı bir yer edinmiş olan ve pastoral şiirin güzel bir örneği sayılan “Kara Toprak” şiirinin genelinde toprak kişileştirilir. Bu dizelerde ise “bağrına basar” sözlerinde mecazi olarak ölüm anlamının çağrıştırılmış olması kinaye sanatına çok başarılı bir örnektir. Yine aynı şiirde geçen “İşkence ettikçe bana gülerdi.” Ve “Her gün beni tepesinde götürdü.” dizelerinde de kinaye vardır.
Karnın yardım kazmayınan belinen / Yüzün yırttım tırnağınan elinen / Yine beni karşıladı gülünen / Benim sadık yârim kara topraktır.
Aşık Veysel, toprağa güzelleme yaptığı bu dizelerinde kişileştirmeye başvurmakta, toprağın karnı yarılan, yüzü yırtılan, buna karşın insana gül ile karşılık veren sadık bir sevgili olduğunu söylemektedir. Toprağın karnını yarmak, yüzünü yırtmak, gül ile karşılamak ise mecazlı sözlerdir. Karnının yarılmasına toprağın gül ile cevap vermesi ise tezat sanatını oluşturur.
Veysel günler geçti yaş altmış oldu / Döküldü yaprağım güllerim soldu / Gemi yükün aldı gam ilen doldu / Harekete kimse mâni olamaz
Bu dörtlüğün ikinci dizesinde şair kendini yaprağı dökülmüş, gülleri solmuş bir ağaca benzetiyor. Bu dizede yaşlılığı çağrıştırması, üçüncü ve dördüncü dizelerde ölüm vaktinin yaklaşmış olduğunu ve bunu kimsenin engelleyemeyeceğini söylemesi de kinayedir. “Gemi” (hayat) ise açık istiaredir.
Ay geçer yıl geçer uzarsa ara / Giyin kara libas, yaslan duvara
Veysel bu dizelerde yine sazıyla dertleşerek ona insan kişiliği kazandırıyor (teşhis). Sazın siyah kılıfı olur. Burada “karalar giymek” sözünde yas tutmak anlamı söz konusu. Sazı çalacak kimsenin kalmadığını da duvara yaslanmak sözünden anlıyoruz. Mecazi anlamların baskın olduğu bu dizelerde de kinaye yapılmış.
Ben bir adam olamazdım / Gerçek dostlar olmasaydı / Gerçek şair olamazdım / Çiçek gözüm almasaydı
Sözcükler, kavramlar arasında parça-bütün, neden-sonuç, yer-durum… gibi ilgiler kurulmasına mecaz-ı mürsel diyoruz. Bu dörtlükte “çiçek” sözcüğü “çiçek hastalığı” anlamına kullanılarak mecaz-ı mürsel yapılmış. Ancak bu dörtlükteki asıl güzel sanat, hüsn-i ta’lildir. Hüsn-i ta’lil (güzel nedene bağlama) halk şiirinde örneği çok az olan bir edebi sanattır. Veysel bu dörtlükte gerçek şair olmasını çiçek hastalığı nedeniyle gözlerini kaybetmesine bağlayarak gerçekten özgün bir hüsn-i ta’lil yapmış.
Türkiye’yi adaletle yaşattı/ Dağları deldirdi demir döşetti / Millete bir altın kemer kuşattı / Haşa nankör olman devranımızdan
Atatürk için yazılan bu şiirin Veysel’in ilk şiiri olduğu biliniyor. Bu dörtlüğün ikinci dizesinde Atatürk’ün tüneller yaparak demiryolu döşettiğini söylemesi bir mecaz-ı mürseldir. Altın kemeri başpehlivanlar kuşanır. Veysel milleti bir başpehlivana benzetiyor (kapalı istiare).
Yürüyen yolcuyu çekme geriye / Dikkat eyle karıncaya arıya / Gidiş böyle kavuşaman huriye / Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Huri cennet güzellerine verilen isimdir. Şair gelişmenin önünde engel olanların, doğaya saygı göstermeyenlerin huriye kavuşamayacağını yani Cennet’e giremeyeceğini söylüyor. (mecaz-ı mürsel)
Halk şairleri de zaman zaman bildikleri bazı şeyleri bilmez görünerek şiir söylerler. Buna bilmezlenme veya bilmezden gelme denir. Şairin çok iyi bilmesi gereken bir gerçeği bilmiyormuş, o gerçekten habersizmiş gibi davranması sanatına tecahül-i arif diyoruz.
Daima bulanın asla durulman, / Nedir bu sendeki hal, Kızılırmak? / Çağlayıp akarsın, hiç mi yorulman? / Seni zapt eyleyemez göl, Kızılırmak.
Bu dörtlükte Veysel Kızılırmak’ı kişileştirir. Kızılırmak’ın bulanık akmasının nedenini bilmezden gelir, akmaktan yorulmayacak mısın diye sorarak tecahül-i arif yapar.
Soramadım bir çift sözü / Ay mıydı, gün müydü yüzü / Sandım ki Zühre yıldızı / Şavkı beni yaktı geçti
Tecahül-i arif de tıpkı hüsn-i ta’lil gibi halk şiirinde çok az rastladığımız bir söz sanatıdır. Tecahül-i arifte şair genelde cevabını bildiği bir soruyu okuyucuya sorar (istifham). Yukarıdaki dörtlükte şair sevgilinin yüzünün çok parlak oluşuna şaşırıyor ve yüzün ay veya güneş olamayacağını bilmezlenerek tecahül-i arif yapıyor. Belki de sevgilinin yüzü Zühre yıldızıdır (teşbih). O yıldızın parıltısı öyle güçlüdür ki ozanı yakıp geçer (mübalağa). Asalet ve güzelliğin sembolü olan ve halk arasında Çoban Yıldızı, Şafak Yıldızı ve Çulpan gibi isimlerle anılan Zühre yıldızı, tarihin her döneminde ve güzel sanatların her dalında sanatçılara esin kaynağı olan Venüs’tür.
Adın Huri midir Gülizar mıdır? / Gözlerinden akan yağmurlar mıdır?
Veysel sevdiği güzelin ismini bilmez görünerek yine tecahül-i arif yapıyor. Huri (cennet güzeli), Gülizar (Gül bahçesi) isimlerinin seçilmiş olması da tesadüf değildir. O güzelin gözyaşları da yağmur gibidir (mübalağa).
Bahçede dut iken bilmezdin sazı / Bülbül konar mıydı dalına bazı / Hangi kuştan aldın sen bu avazı / Söyle doğrusunu gel inkâr etme
Veysel’in sazıyla dostluğu çocukluk yıllarına dayanır. Gözlerini kaybedince babası oyalanması ve derdini unutması için Veysel’in eline derme çatma bir saz tutuşturur. Başlangıçta saz çalmayı kendi kendine öğrenir. Zamanla ustalardan ders alır, ustalaşır. Giderek sazı, Veysel’in bir dert ortağı, sırdaşı, ayrılmaz bir parçası olur. Saz dut ağacının içi oyularak yapılır. Veysel’e göre saz güzel sesini bülbül gibi sesi güzel olan kuşlardan almış olmalı. Veysel sazına sorular sorarak (istifham) bu güzel sesi hangi kuştan aldığını itiraf etmesini ister (teşhis). Gerçekte ise böyle bir durum olmadığını bilir ama bilmez görünür (tecahül-i arif).
Benim her derdime ortak sen oldun / Ağlarsam ağladın gülersem güldün / Sazım sen bu sesi turnadan m’aldın / Pençe vurup sarı teli sızlatma.
Veysel bazen tek bir dörtlükte birçok söz sanatına yer vererek sözü süslemek konusunda eşsiz bir ozan olduğunu bize gösterir. Yukarıdaki dörtlükte yine sazını kişileştirir. Her kişileştirme sanatı kendisin benzetilen (insan) verilmediği için bir kapalı istiaredir, demiştik. İkinci dizede ağlamak (dertli günler) gülmek (mutlu günler) kinayesi ve bu karşıtlıktan kaynaklanan tezat sanatı dikkati çeker. Sazın sesi o kadar güzeldir ki olsa olsa turnadan alınmış olmalıdır (teşbih ve tecahül-i arif). Saz çalarken ozan ya tezenesini veya beş parmağını (pençe) kullanır. Pençe vahşi kuşların tırnağıdır ve yaralayıcıdır. Pençe vurulunca sızlayan sarı tel değil o telin dillendirdiği türkülerdir (mecaz-ı mürsel)
Lale der ki behey Tanrı / Neden benim boynum eğri / Yardan ayrı düştüm gayrı / Benden ala çiçek var mı?
Veysel’in lale, çiğdem, sümbül gibi çiçekleri konuşturduğu bu şiirinde intak sanatına güzel bir örnek var. Lale, Tanrı’ya seslenerek (nida) boynunun eğri oluşunun (kinaye) nedenini sorar (istifham).
Aşık Veysel’in “Çarık-Mes Konuşması” isimli şiiri de intak sanatına güzel bir örnektir. Çarık ve mes eskiden insanların iç içe giydiği ilkel iki ayakkabı çeşididir. Bu alegorik dialog hayattaki eşitsizliği sorgular:
Çarık:
Aman kardeş çok üşüdüm / Sen köşede ben dışarda / Senin ile kardeş idim / Sen köşede ben dışarda
Mes:
Elin yüzün çamur bu ne / Git ahırda kızınsene / Laf istemem uzun çene / Ben köşede sen dışarda /
Çarık:
Sen de deri ben de deri / Görüyon mu kör kaderi / Sen tutmuşsun mevkileri / Sen köşede ben dışarda
Veysel Alevi- Bektaşi bir şairdir. Onun şiirleri genelde aşk, tabiat güzellemeleridir. Didaktik şiirleri de çoktur. Yurt sevgisi, birlik beraberlik konularını da sıklıkla işler. Ancak az da olsa Bektaşilik felsefesini işleyen nefes, devriye, şathiye diyebileceğimiz şiirleri de vardır:
O cihana sığmaz ondadır cihan / O mekâna sığmaz ondadır mekân / O devrana sığmaz ondadır devrân / Ne sen var ne ben var, bir tane Gaffar
Yukarıdaki dörtlük Veysel’in bu tarz dini şiirlerinden birinden alınmış. Gaffar olan Allah, lamekândır. Kelime tekrarlarıyla yapılan tekrir sanatı şiire güçlü bir ahenk kazandırmış.
Hayyam’a görünmüş kadehte meyde / Neyzen’e görünmüş kamışta neyde / Veysel’e görünür mevcud her şeyde / Ne sen var ne ben var, bir tane Gaffar
Leff ü neşr dizelerde aralarında tezat, tenasüb veya teşbih türünden ilgiler bulunan kelimeleri belli bir simetri içinde dizelere yayma sanatıdır. Bu dörtlükte Hayyam- kadeh, Neyzen- ney, Veysel- her şey kelimelerinin aralarında kurulan ilgi leff ü neşr örneği sayılabilir.
Kâinatı sen yarattın / Her şeyi yoktan var ettin / Beni çıplak dışar’attın / Cömertliğin nerde senin
Şathiye türüne dahil edebileceğimiz bu dörtlüğün üçüncü dizesinde kinaye yapılmış.
Veysel yoktan geldim yok olup geçtim / Ben diyenler yalan gerçeği seçtim / Bir buhar halinde göklere uçtum / Kayıp oldum sırlı renge boyandım
Tasavvuftaki devir düşüncesinin işlendiği bu dörtlükte tezatlı ve mübalağalı bir anlatım var. “Sırlı” sözcüğü gizli, esrarlı anlamına geldiği gibi “ayna” kavramıyla da ilgilidir. Tasavvufta insan ve kâinat Tanrı güzelliğinin bir yansımasıdır.
Yüce dağın menekşesi / Sesin güzeller neşesi / Gönlümün billûr şişesi / Taşa çalsam kırılman mı
Veysel, aşk şiirlerindeki deyişleriyle bir yönden de Karacaoğlan’ın devamı gibidir. Halk şiirinde özgün teşbihler çok azdır. Sevgiliyi menekşeye benzetmek böylesine alışılmış bir teşbihtir ancak gönlü billur şişeye benzetmek ustaca yapılmış bir teşbihtir.
Güzelliğin on par’ etmez / Bu bendeki aşk olmasa / Eğlenecek yer bulamaz / Gönlümdeki köşk olmasa
Güzellik görecedir. Sevgili gerçekte güzel olmasa da gönüldeki aşk onu güzelleştirir. Gönül, âmâ olması nedeniyle dünya nimetlerinin pek çoğundan mahrum kalan Veysel’in sığındığı köşküdür (teşbih). Yukarıdaki dörtlük de seçkin bir sehl-i mümteni örneğidir.
Şu geniş dünyaya sığmayan gönül / Şimdi bir odaya kapandı kaldı / Bir dakka bir yerinde duramaz iken / Oturduğu yerden kalkamaz oldu
Ancak zamanla o köşk de aşığı eğlendirmez olur, gönül eski canlılığını, gücünü, genişliğini kaybeder. Dörtlükte karşıt durumların bir arada verilmesi güzel bir tezat oluşturmuş.
Veysel der çıkayım bir yüce dağa / Ağaçlar bezenmiş yeşil yaprağa / Zaman gelir tenim düşer toprağa / Karışır toprağa toz olur gider.
Mecazı mürselin bir türü de kavramlar arasında neden-sonuç ilgisi kurmaktır. Bu dörtlükte tenin toprağa düşmesi ve toprağa karışıp toz olması bu tür mecazı mürseldir. Anlatılan ölümdür.
Dağlara taşlara süs veren sensin / Kurtlara kuşlara his veren sensin / Seherde bülbüle ses veren sensin / Yıldız mehtap leylü neharsın yârim
Veysel’in ilahi aşk konusunu işlediği bu dörtlükte de anlamca ilgili sözcükler bir arada kullanılarak tenasüb yapılmış. Dağ, taş, kurt, kuş, seher, bülbül, ses yıldız, mehtap, leyl ü nehar (gece ve gündüz) Tanrı’nın kudretinin bir yansımasıdır. ”s “ ve “n” aliterasyonu da şiiri ahenk yönünden güçlendirmiş.
Neler yaptı bana kader / Uyansana kara bahtım / Yel değdikçe erir gider / Karşı dağda kara bahtım
Şair, kötü kaderini, kara bahtını kişileştirir ve ona seslenir (nida.) kara bahtını dağ başında yel değdikçe eriyen kara benzeterek istiare yapar.
Gönül sensin güzellerin cilası / Belli değil her güzelin hilesi / Senin çekdiceğin aşkın belası / Günbegün artıyor ah u figanın
Şairin kendisinden üçüncü bir kişi gibi söz etmesi veya kalbini, gönlünü, gözünü, kara bahtını… kendi kişiliğinden soyutlayarak ona ayrı bir kişilik kazandırmasına tecrid denir. Bu dörtlükte şair gönlüne hitap ederek tecrid yapıyor. Gönlünün ayrı bir kişilik olmadığını bilmez görünmesi ise tecahül-i ariftir.
Gönül der Veysel’e ey ahmak kişi / Bensiz yürümüyor dünyanın işi / Bütün dünya benden alır cümbüşü / Bensiz damarlarda oynamaz kanın
Bu dörtlükte de gönlünün Veysel’e seslenmesi (nida) bir tecrid örneğidir. Şairin kendisine ahmak diye hitap etmesi ise ta’rizdir (iğneleme).
Şiirde bilinen bir olaya, bir kıssaya bir düşünceye kısa ipuçlarıyla işaret etme sanatına telmih denir.
Kimi ne çeker dilinden / Hem belinden hem elinden / Hayır ve şer emelinden / Hakikat bunun burası
Bu dörtlükte Hacı Bektaş-ı Veli’nin, “Eline, beline, diline hâkim ol” ilkesine telmih yapılmış. El, bel, dil sözcüklerinde ise mecaz-ı mürsel vardır. Hakikat, tasavvufta ulaşılması hedeflenen dört kapıdan biridir. Eline, beline, diline hâkim olamayanlar, hayrı şerri ayırt edemeyenler hakikate ulaşamazlar.
Arasan dünyayı bulunmaz eşi / Siyah bulut perdelemiş güneşi / Ah çekti gözünden sel etti yaşı / Deniz miydi derya mıydı çay mıydı
Aşık şiirinde güneş sevgilinin yüzüdür. Siyah saç kesrettir ve bir bulut gibi o güneşi perdeler (istiare). Sevgilinin hasretiyle ah çeken aşığın akıttığı gözyaşı (mübalağa) deniz miydi yoksa çay mıydı, şair tereddüde düşer (tecahül-i arif)
Dağlar çiçek açar Veysel dert açar / Derdine düştüğüm yar benden kaçar / Gerçek âşık olan kendinden geçer / Derdini aleme yayar iniler
Bir fiilin gerçek ve mecaz anlamlarıyla yan yana kullanılmasına müşakele denir. İlk dizede “açar” sözcüğünün iki farklı anlama gelecek biçimde kullanılması bir müşakeledir.
Koyun verdi kuzu verdi süt verdi / Yemek verdi ekmek verdi et verdi / Kazma ile döğmeyince kıt verdi / Benim sadık yârim kara topraktır
“Koyun, kuzu, süt, ekmek, et, yemek” kelimelerinde tenasüb var. Kazma ile döğmek” sözüyle anlatılmak istenen ise toprağı işlemektir. Yani bu dizede de kinaye vardır.
Veysel de yaralı geyik gibidir / Kapalı dertlere höyük gibidir / Ne sarhoştur ne de ayık gibidir / Sinesi kös gibi gümüler durur.
Şair yine kendisinden üçüncü bir şahıs gibi söz ederek tecrid ve bir dizi teşbih yapıyor. Halk şairlerinin yaralı geyik mazmununu sık kullanmaları, Kaygusuz Abdal ile şeyhi Abdal Musa’nın karşılaşmasına bir göndermedir. Bektaşi şiirinin en büyük temsilcilerinde biri olan Kaygusuz, ormanda bir geyiği okuyla yaralar, peşinden gide. Bir çadırda Abdal Musa ile karşılaşır. Şeyhin koltuğunun altında okunu görür, Şeyhin geyik donuyla dolaştığını anlar ve makam ve mevkilerini terk ederek ona intisab eder. Veysel’in dertleri höyük gibidir Höyük Anadolu’da pek çok yerde bulunan yığma tepelerdir. Büyüklük kavramını ifade ederken kendisine benzetilen olarak kullanılır. Kös ise büyük savaş davuludur. Şairin gönlü kös gibi gümler.
İnsan mıyım mahluk muyum ot muyum / Ekilir biçilir bir nebat mıyım / Yoksa görünüşte bir sıfat mıyım / Hiçbir türlü bulamadım ben beni /
İnsan dünyaya ezelden sürgündür. Ömrü boyunca kendini, kimliğini, kişiliğini bulmaya çalışır. Gerçekte ne olduğu konusunda şüpheleri vardır (tecahül-i arif). Tasavvufta insan ve yaratılmış her şey, tanrı güzelliğinin bir yansımasından ibarettir.
Leyla mıyım Mecnun muyum çöl müyüm / Arı mıyım çiçek miyim bal mıyım / Köle miyim bir güzele kul muyum / Hiçbir türlü bulamadım ben beni
Bu dörtlükte de şair bir dizi tecahül-i arif yapar. Tecahül-i arifin genelde istifham (soru sorma) sanatıyla birlikte kullanıldığını daha önce söylemiştik. Dörtlükte çölde Leyla’yı ararken Mevla’ya ulaşan Mecnun’un hikayesine de telmih yapılmış. Şairin kölesi olduğu güzel, hüsn-i mutlak/ Tanrı güzelliğidir. Leyla- Mecnun-çöl/ arı- çiçek- bal / köle- güzel- kul kelimeleri arasındaki anlam ilgisi tenasüb sanatını, bunların üç dizede simetrik olarak sıralanması da düzensiz bir leff ü neşri örneklendirir.
Özetleyecek olursak Aşık Veysel eğitimsiz bir halk ozanıdır ancak dili ustaca ve sanatlı bir üslupla kullanır. Bir halk şairi olarak sade, anlaşılır bir Türkçesinin, samimi, içten bir söyleyişinin olması doğaldır. Ancak üslubunun tümüyle sanatsız ve yalın olduğu da söylenemez. Verdiğimiz örneklerde de görüldüğü gibi Veysel mecazlı söyleyişlerde son derece ustadır. Bilhassa, teşbih, istiare, kinaye gibi söz sanatlarının en özgün örneklerini Veysel’in koşmalarında, semailerinde bulabiliriz. Tecahül-i arif, mecaz-ı Mürsel, sehl-i mümteni gibi sanatların tanımını bilmiyordu belki, ancak bu sanatlar için bulduğumuz örnekler, Veysel’in sözü süslemekte ne kadar usta olduğunun bir göstergesidir.
RECAİ KAPUSUZOĞLU
Kaynaklar:
Âşık Veysel Şatıroğlu, Dostlar Beni Hatırlasın, İnkılap Yayınları, 2016
Recai Kapusuzoğlu, Yeni Türk Şiirinde Edebi Sanatlar, Ötüken Neşriyat, 2022
Yazdır

Yazar hakkında

Recai Kapusuzoğlu

1959’da Yozgat’ta doğdum. 1981’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesini bitirdim. Aynı yıl öğretmenliğe başladım. Yurdun değişik illerinde altı yıl edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra 1987’de açılan bir sınavı kazanarak Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Daire başkanlığında eski yazı-arşiv uzmanı olarak çalışmaya başladım.
1990’da kendi isteğimle bu kurumdan istifa ederek asıl mesleğime, öğretmenliğe, dönüş yaptım.1990’da Türkçe-edebiyat öğretmeni olarak dershaneciliğe başladım ve aralıksız olarak bu güne kadar sürdürdüm. On beş yıl kadar özel bir dershanenin kurucu müdürlüğünü yaptım.
2006’da Milli Eğitim Bakanlığı’nca açılan Kariyer Basamaklarında Yükselme Sınavında başarılı olarak ve yapılan diğer değerlendirmeler sonunda ”Uzman Öğretmen” unvanını kullanmaya hak kazandım. 2007’de milli eğitimden emekli oldum.
2002’de Yozgat Fen Edebiyat Fakültesi’nde ücretli olarak Türk Dili dersi verdim.
1980’li yıllarda Pınar ve Gerçek dergilerinde yazılarım yayınlandı.
1995’te ÖSS Türkçe-Edebiyat(Konu Anlatımlı) kitabım Anadolu Dershaneler Birliği tarafından basıldı ve iki yıl tüm üye dershanelerde ders kitabı olarak okutuldu.
YGS-LYS Türkçe-Edebiyat Konu Anlatımlı ve YGS-LYS Türkçe-Edebiyat Soru Bankası başlıklı kitaplarım, Hedef Yayınları arasında çıktı.
Halen Yozgat Özel Başarı Temel Lisesinin ve KPSS kursunun kurucu müdürlüğünü yapıyorum.
1985’te deneme amacıyla girdiğim ÖSS’de Ankara Hukuk Fakültesi’ni kazandım. Halen 3. Sınıf öğrencisiyim.

Yorum yap