Bana Mustafakemalpaşa kazasından birkaç imzalı mektup gönderdiler. İçinde bir sual var.
Doğrusu her mektupta sorulan suale hemen cevap vermek kolay olmuyor. Bir kere bazı kimseler çok çetin sualler soruyorlar, onların içinden çıkmaya benim bilgim kâfi gelmiyor. Bazı kimseler de serçe gibidir; akılları hep darıdadır. Gönül meselelerinin hâllini benden istiyorlar. Gönül meselesini de ne yazık ki bilgi ile hâlletmek her zaman mümkün değildir. Onun için dikkat ederseniz erbabı, bu gibi hâllerde daha çok kahve falına, el falına başvururlar. Fala baktırmak veya bakmak ise çoktan beri yasak olduğundan onların gönül meselelerine dair suallerini de cevapsız bırakmak gerekiyor.
Sonunda kala kala daha kolayca, mantıkla ve hayattaki tecrübelerle içinden çıkmak mümkün olan suallere cevap vermek işi kalıyor ki Mustafakemalpaşa kazasından bana mektup gönderen vatandaşlarıma önce böyle bir sual sordukları için teşekkür ederim.
Sonra itiraf edeyim ki Mustafakemalpaşa kazasında oturanlardan birkaç kişi tarafından hatırlanmam da hoşuma gitti. Çünkü bundan hayli zaman önce, çocukluğumda o kasabada on beş, yirmi gün kadar misafir kalmıştım. O zaman İstiklal Mücadelesi’nden yeni çıktığımız için kasaba pek harap bir hâlde idi. Ama çok şirin evleri, yemişlerle dolu bahçeleri hatırımdan bir türlü çıkmaz. Bir daha fırsat bulup da ziyaret edemediğim Mustafakemalpaşa kazasından birkaç kişinin beni hatırlayıp bir mesele etrafında fikrimi almaya heves etmesi, bilhassa eski hatıralarımı canlandırdığı için pek hoşuma gitti.
Bilirsiniz, geçmiş zamanı bir daha yaşamak ancak hatıralar sayesinde mümkün olabilir ve meşhur tabir ile “Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.”
Mustafakemalpaşa’dan mektup yazanlar “İnsanların büyüklerinden veya karşılarındakilerden takdir görmeye ihtiyaçları var mıdır?” diye soruyorlar. Tabii sual bu kadarla kalmamış, kendi fikirlerini de eklemeyi unutmamışlar. Onlara göre de çalışan insanları takdir etmek, tebrik etmek lazımdır ki şevke gelsinler. Bazen bir tatlı söz insana en büyük mükâfatlardan daha fazla gayret verdiği hâlde zaman olur ki bir gönülsüz bakış insanı tuttuğu işten buzlar gibi soğutuverir. Takdirin gönülde yaptığı tesir neden ileri geliyor, bize onu, mümkünse etraflıca anlatınız, diyorlar.
Geçenlerde attan pek iyi anlayan bir dostumla görüşüyorduk. Atlara her şeyi öğretmenin kabil olduğunu söylüyordu. Yeter ki at istenilen bir hareketi yaptığı zaman mükâfat alacağını kavrayabilsin. O hareketi yapmadığı takdirde cezaya çarpılabileceğini de anlarsa atın yapmayacağı şey yoktur.
Fakat ben öyle zannediyorum ki insanları iyi hareketler yapmaya teşvik etmekte mükâfatın, yani takdirin tesiri cezanın tesirinden daha büyüktür.
Size galiba bir kere daha söylemiştim. Büyük filozof Bertrand Russell anlatır. Adamın biri kedisini fare tutmaya alıştırmak için fareyi ortaya çıkarır, kedisini de üzerine atlasın diye teşvik eder, atlamadığını görünce sopayı basarmış. Bu dayaklı terbiye sisteminin sonu ne olmuş biliyor musunuz? Kedi fareyi gördüğü zaman dayak korkusundan tir tir titremeye başlarmış!
Onun için iyi hareketleri teşvikte cezanın tesiri takdirin, mükâfatın çok altında kalır. Yine attan anlayan o dostumuza:
— Atın iyi hareketlerine karşılık beklediği takdir nedir, diye sordum.
— Gayet basit, dedi, ya bir topak şeker yahut da suratının okşanmasından ibaret.
At okşanmaktan anlar mı, diyeceksiniz. Hem de öylesine anlarmış ki bayılır, mest olurmuş. O hantal vücudu, o küt yapısıyla bir at takdirden, mükâfattan anlıyor, sırf o takdiri, o mükâfatı kazanmak için yapılması en zor hareketleri yapmaya girişiyor da insan neden takdir karşısında bir duvar gibi duygusuz kalsın?
Dünyada insanoğlu bütün güzel hareketleri sadece bir takdir kazanmak için yapmıştır. Gerçi para kazanmak, kazandığımız o para ile daha refahlı bir ömür sürerek rahat etmek için çalışıyoruz gibi görünüyorsak da bütün çalışmalarımızdan zaman zaman takdir edileceğimizi ümit etmesek geçinmek hesabına bile olsa çalışmak hevesimiz kalmaz. Daha çocukken henüz bütün kabiliyetlerimizin gelişmediği küçük yaşlarda bizi yattığımız yerden ayağa kaldıran, annemizin, babamızın teşvikleri, takdirleridir. İlk adımlarımızı atmaya başladığımız zaman annemizle babamız bize “aferin” demeseler, kucakta taşınacağımızı pekâlâ bildiğimiz o günlerde bizler için çok zor bir şey olan yürümeyi her hâlde çekici bulmayacaktık. Paranın insan için manası olmadığı çağlarda bir “aferin”, bir “yaşa”, “var ol”, bir “arslanım” sözünün göze aldırmayacağı fedakârlık yoktur.
Mektepte geçen yıllarımız hocalarımızın takdirlerini kazanmak için gayret sarf etmekle geçmiştir. Öğrenilmesi sahiden zor ve büyük bir kısmının hayatta yeri olmayan o bilgi yükünü takdir kazanmak, hatta ileride takdir kazanacak bir seviyeye yükselmek uğrunda kafamıza yerleştirdik.
Tiyatroya şüphesiz gidiyorsunuz. Aktörlüğün ne kadar güç bir meslek olduğunu da o vesile ile düşündüğünüz zamanlar her hâlde olmuştur. Bir kitaptan, iki saat sürecek sözleri, kelimesi kelimesine ezberlemek, sonra sahnede her gece aynı rolü, belki yüz defa tekrar etmek.
Bütün bu külfetlere o sanatkârlar sadece maaşlarını almak için mi katlanıyorlar dersiniz? O kadar gayret sarf eden adam aldığı maaşı her yerde hak eder. Aktör bütün bu külfete sırf takdir toplamak için katlanır. Alkış yok mu, hani bizim için hiç de zahmetli ve mahiyeti bakımından hiç de ağır olmayan, iki elimizi birbirine çarpıp ses çıkarmaktan ibaret olduğu hâlde, lütfetmekte pek hasis davrandığımız o alkış! İşte aktör o alkışın esiri olmuştur. Sahnenin üstünde yere düşüp ölür ve sizin canıgönülden kendisini alkışladığınızı duyunca yerinden mesut ve bahtiyar fırlayarak mükâfatını almış bir adamın keyfi içinde sizi selamlar.
En büyük keşifler, en faydalı icatlar para kazanmak için değil, insanlığa hizmet edenlerin takdir edildiği bilindiği için yapılmıştır. Öldükten sonra iyi bir isim bırakmak isteyen adam hayatını feragat içinde, fakirliğe katlanarak fakat namuslu kalmaya gayret ederek geçiriyorsa takdir edilmek istediği içindir.
Geçen sene bütün dünya gazeteleri Himalaya Dağları’nın en yüksek tepesine çıkmaya çalışan insanların macerasını okuyucularına saati saatine bildirmekle meşguldü. İnsan durup dururken Himalaya’nın buzlu tepelerine tırmanmayı neden istesin? Tehlikelere kendini neden atsın? Para içinse Himalaya’nın tepesine çıktığı için kimse kimseye on para vermez. Fakat Himalaya’nın tepesine çıkmak bir marifettir. Çünkü bunca senedir oraya çıkmak isteyenler karşılaştıkları tehlikelerden gözleri yılarak aşağı indiler. Bu cesaret ve fedakârlığı kim gösterirse onun takdir edileceğini, alkışlanacağını, bir müddet bile olsa baş üstünde taşınacağını herkes bildiği için Himalaya’ya tırmanmaya cesaret edenler ortaya çıkar. Çünkü bu işin sonunda takdir vardır.
Para, hizmetleri, gayretleri ödemek için iyi bir vasıtadır fakat kâfi değildir. Feragatler, fedakârlıklar para ile ödenmez; takdirle, alkışla veya birkaç tatlı cümle ile ödenir. Dünyanın bütün büyük işleri de ancak fedakârlıkla yapılabilir.