Dokümanlar

Çakmak (Ömer Seyfettin)

— Ulan İboş, sen be?!..

— Vay Mıstık sen ha?…

— Ben ya…

İki hemşeri hemen kucaklaştılar. Makedonya’dan çıktıkları günden beri görüşmemişlerdi. Şimdi bu ücra Anadolu kasabacığının dışarısında, bu inleyerek akan çakıllı dereciğin başında, böyle karşı karşıya gelmek… Onlar için umulmadık bir saadet oldu! Hayretle karışan sevinçleri pek samimiydi. Terkettikleri eski vatanlarında ikisi de sürücülük yapardı. Senenin her mevsimine göre ayrı bir ticaretleri vardı. Sonbaharda Sırbistan’a geçerler; at, katır, eşek alırlar… Kış gelince cambazlığı bırakarak Bulgaristan’dan zahire taşırlardı. Vâkıâ hiç ortaklık etmemişlerdi. Ama gayet iyi tanışırlardı. Birbirlerinin hakkında nihayetsiz bir itimat beslerlerdi. Mıstık kirli sarı yüzünde gayet temiz birer canlı mücevher gibi mavi mavi parlayan küçük gözlerini oynatarak sordu:

— Ne yapıyorsun bakalım?

— Hiç…

— Burada ne yapıyorsun?

— Hiç. Geçiyorum. Ey sen?

— Ben de.

— Nereye gidiyorsun?

— Daha belli değil. Sen nereye?

— Benim de belli değil.

— Ne vakitten beri buradasın?

— Bir ay var…

— Ben de aşağı yukarı bir aydır buralardayım…

İkisi de henüz gençtiler. Çolukları çocukları yoktu. Sermayeleri, sırtlarındaki iplerle bellerindeki kuşakları idi. Anadolu’da şehir, kasaba, köy beğenmiyorlardı. Çiftçi olmadıkları için çarşıya ehemmiyet vermiyorlardı. Aradıkları kalabalık bir ticaret yeriydi! Yüzde üçyüz kâr bırakacak bir ticaret yeri…

İboş:

— Gözünü sevdiğim Rumeli’si… dedi. Nerede o günler?

Mıstık başını salladı:

— Nerede!… Eski çamlar bardak oldu. İşin yoksa burda on kuruş gündelikle eşek gibi çalış…

— ….

Derenin kenarı düz bir çimenlikti. İhtiyar söğüt ağacı alaca gözlerini sudaki aksine karıştırıyor, etraftaki nihayetsiz tarlalar, tenhalıklarıyla zümrüt, kumlu bir çölü andırıyordu.

— Çökelim şuraya, be can!..

— Çökelim be!…

Çimenlerin üstüne bağdaş kurdular. Mıstık hazin hazin akan dereye bakarak:

— Ah, nerede bizim Mesta?

Dedi. Sonra, Anadolu sularının midesine dokunduğunu, sıtma yaptığını anlatmaya başladı. Kara kaşlı, kara gözlü, tıknaz insan esvabı giymiş bir öküz kadar kuvvetli İboş, hep sıska arkadaşını tasdik ediyor, yanaklarından kan damlarken Anadolu’ya geldi geleli hastalıktan baş kaldıramadığını söylüyordu. Sulardan sonra sırasıyla, havadan, yollardan, şimendiferlerden, dağlardan, hanlardan, jandarmalardan bahsettiler. İboş büyük kırmızı kuşağından meşin bir kese çekti. Dar poturunun yamanmış bir yırtığa benzeyen cebinden nikel bir çakmak çıkardı. Kirden rengi belli olmayan bu keseyi Mıstık’a uzattı:

— Yap bakalım bir cigara…

Mıstık keseyi daha açmadan; zayıf, traşı uzamış pis suratını fena halde ekşiterek:

— Tütün değil, mübarek tezek!

Dedi.

— Ah, bizim tütünler!

— Dilber saçı sanırdın…

— Tutam tutam sırmaydı…

. . . . .

Cigaralarını sardılar. Anadolu tütünlerinin, rejinin, kaçaklarının aleyhinde küfürler savurarak içmeye başladılar. Her şeyden ziyâde Anadolu’nun ahlâkından, hilekârlığından, geçimsizliğinden şikayet ediyorlardı. Mıstık:

— Tövbe, tövbe! dedi. Hele yalan yere yemin etmeleri…

— Evet, bu en fena tabiatları…

— Bir gün yer yarılacak, vallahi hepsi batacak.

— Batacak!..

Tutulacak işleri, hükümetin himayesini, muhacirlik imtiyazlarını konuştular… Belki bir saatten ziyâde… Beğendikleri tütünden, birbiri arkasına onar cigara içmişlerdi. Kalkarlarken tütün kesesini kuşağına sokan İboş arandı, tarandı. Eğildi, üstünde oturdukları çimenleri elleriyle yokladı. Doğruldu. Kaşlarını çattı. Yumruklarını böğrüne dayadı. Çok kirpikli gözlerini süzdü. Mıstık’a baktı:

— ……

— Ver, diyorum.

— Ne istiyorsun?

— Bilmiyor musun?

— Yoook!..

— Çakmağı ver diyorum.

— Hangi çakmağı ver diyorsun?

— Ulan, inkar mı ediyorsun?

— Neyi be?

— ….

İboş dişlerini sıktı. Açılan yumrukları titremeye başladı. Bu, âdeta insanı eşek yerine koymaktı! Sakin bir tatlılıkla sordu:

— Biz burada otururken yanımıza kimse geldi mi?

— Hayır.

— Ben tütün kesesiyle beraber bir çakmak çıkardım mı?

— Çıkardın.

— Cigaralarımızı çakmakla yakmadık mı?

— Yaktık.

— Buradan kalkıp bir yere gittik mi?

— Hayır.

— Öyleyse çakmak nerede?

— Ben ne bileyim?

— Sen aldın…

— Hâşâ!..

İboş, üstünü, başını, yerleri, çimenlerin arasını dikkatle, tekrar aradı. Çakmağı Mıstık’ın çaldığından artık hiç şüphesi kalmadı. Bunun hemşeriliğe yanaşmayacağını söyledi. Yalvardı, yakardı. Mıstık: “Hâşâ!… Kabul etmem vallahi!..” diye birbiri arkasına yeminleri basıyor, arkadaşının bu ithamını ağır bir hakaret sayarak kabarıyor, kavga çıkarmaya kalkıyordu. İboş’un eski memleketinde tuhaf bir şöhreti vardı. Ona “Bir pire için yorgan yakan” derlerdi. En ufacık hakkını bile kimsede bırakmazdı. Hatta bir defa eşyasını taşıdığı bir savcı bozukluğu olmadığı için sürücü ücretinden iki kuruşcuğunu eksik vermişti. Bu iki kuruşu bırakmamak inadıyla İboş o vaktin genel müfettişliğine, İçişleri bakanlığına, vilayete tam beşyüz kuruşluk şikayet telgrafı çekmişti.

Bu vaka bütün Rumeli’nce meşhurdu.

— Sen beni bilirsin Mıstık, dedi. Ben kimsede bir şeyimi bırakmam. Ver şu çakmağı…

— Almadım vallahi!

— Ey, sen almadın, ben de almadım; ecinniler mi gelip aldı?

— Bilmem.

— Ben senden bu çakmağı çıkarırım.

— Anlamadım ki, ne çıkaracaksın…

İboş, mahkemeye müracaatla dava edeceğini söyledi. Hiddetle kasabaya doğru giden yola çıktı. Halbuki Mıstık çakmağı çalmıştı.

İçinden: “Görmeden aldım. Şahit yok, sepet yok. Bir yemin değil mi? Ederim.” dedi. Dışından —bir dakika evvel o kadar tatlı tatlı muhabbet ettiği arkadaşına— acı acı haykırdı:

— Haydi beraber gidelim, ben de senden namus davası edeceğim!

— Haydi gel!..

Etrafı derin hendeklerle çevrilmiş tozlu yoldan yanyana yürümeye başladılar, ama iki şaşı göz gibi biri sağa, biri sola bakıyordu.

Yarım saat sonra, hükümet konağındaki küçük mahkeme salonunda idiler. Alt kattan azgın zaptiye beygirlerinin kişnediği tepindiği işitiliyor, açık pencerelerden birbirlerini öldürmek için kovalıyorlar sanılan kırlangıçlar gidiyorlar, siyah tahtalı eski tavanın çatlaklarında çamurdan delikleri andıran yuvalarına konuyorlardı.

Ak sakallı hâkim enfiyesini çekerek bu iki yabancının davasını dikkatle dinledi.

İboş’a sordu:

— Bu adamın çakmağını aldığına şahidin var mı?

— Yok.

— Sen de, çalmadım, diyorsun…

— Evet. Hem de namus davası ediyorum. Bana hırsız demek istiyor. Ben bunu kabul etmem.

— O başka mesele.. Şimdi sen çalmadığına yemin edeceksin. Eder misin?

— Ederim.

— Öyleyse, evvela senin istediğin dava görülmüş olur. Yani hırsız olmadığın meydana çıkar. Namusun temizlenir.

— Pekala!

Gayet soluk, lekeli bir yeşil çuha örtülmüş kürsüye yaklaşan Mıstık yine yeşil bir bohçaya sarılı kitaba elini bütün kuvvetiyle bastı, çakmağı almadığına yeminler savurdu. O anda onun kazandığı davayı İboş kaybetti. Tam dışarı çıkarken sevinen Mıstık’a, hâkim:

— Oğlum, sen on kuruş vereceksin, dedi.

Mıstık ağzıyla gözlerini açtı:

— Niçin! Ben davayı kazanmadım mı?

— Kazandın.

— Çakmağı benim almadığım meydana çıkmadı mı?

— Çıktı.

— Öyleyse ne parası istiyorsun?

— Evvela senin davan görüldü. Mahkeme parası…

— !…

Mıstık vurulmuş gibi durdu. Önüne baktı. Ağzını yüzünü buruşturarak düşündü. Sonra İboş’a döndü. Yavaş yavaş elini koynuna soktu.

— !

— ?

— Altmış paralık şey için on kuruş veremem! Al malını, uğursuz…

Diye biraz evvel katiyen çalmadığı tahakkuk eden çakmağı arkadaşının suratına fırlattı!

Yazdır

Yazar hakkında

admin

2 yorumlar

Yorum yap