Bir Arapça hocamız vardı. Lisan öğretmekte kendine mahsus, fakat çok faydalı bir metot takip ederdi. Derste istisnasız bütün talebe yarı istekle, yarı da kurtulmak imkânı olmayan bir mecburiyetle dinler ve alaka gösterirdi. Çünkü hoca bir talebeyi derse kaldırır, ona bir şeyler sorar, sorduğunu tahtaya yazdırır ve bunları aynen bütün talebenin o anda muntazam bir deftere yazmasını isterdi. Tahtadaki talebe üç beş dakika sonra oturur, yerine başkası kalkar, ders aynı şekilde devam ederdi. Hoca cümleye bir iki yeni kelime ilave ederek ve ara sıra bazı kaideler yazdırarak dersi ilerletirdi. Bu suretle her an her öğrencinin tahtaya çıkmak, suale maruz kalmak ihtimali vardı. Kalemi bir dakika oynamayan veya gözü başka tarafa kaçan biri olursa derhal cezasını görürdü. Dinlememek veya çalışmamak isteyenler hoca tarafından cezanın en malûm ve en pratik olanını gördükleri gibi yalnız Arapça’dan üst üste iki sene sınıfta dönerek mektepten kovulanlar da çoktu. Hocanın karşısında laf edilemiyor, sözünün üstüne söz konmuyordu. Yani bu dersten kurtulmanın, dalga geçmenin imkânı hatıra bile gelmiyordu. Fakat bütün bunlara rağmen hiç ders okumaksızın geçirdiğimiz saatler sayısız denecek kadar çoktu. Çünkü hocanın birçok zaaflarını keşfetmiştik. Meselâ hoca, dinden ve tasavvuftan bahsetmeyi, edebiyattan dem vurmayı pek seviyor, bilhassa kendini başka sahalarda da malûmatlı göstermekten hoşlanıyordu. Artık talebenin bundan nasıl istifade edeceğini düşününüz. Bir gün tahtaya Fikret’in :
İnsanda biziz cin de ne şeytan ne melek var,
Dünya dönecek cennete insanla inandım.
beytini yazdılar. Altına bir iki aruz kalıbı, birkaç da nokta çizgi koydular. Ve tahtayı biraz karalayarak oturdular. Arapça hocası girdi. Tahtada bunları görünce yerine bile oturmadı. Sınıfın ortasında durarak sordu:
— Bu nedir?
— Efendim vezin buluyoruz, veznini aradık.
— Siz bunları anlıyor musunuz?
— Anlayamıyoruz efendim.
Mesele kalmamıştı. Hoca garip garip sevinç ve gurur tezahürleri göstererek işe başladı. Zavallı Fikret’e artık neler olmadı. Edebiyat ve sanat hakkında ne fikirler söylenilmedi. Bahsedilmeyen hangi büyük sanatkâr kaldı. Arapça şiirler, Kuran’dan ayetler mi okunmadı. Neler neler… Fakat o saatte derse ait bir kelime söylenmedi, talebenin istediği zaten buydu.
Artık dersin birinde, tahtaya, Fuzûli’den bir beyit, birinde Ziya Paşa’dan bir mısra, diğerinde içinde Arapça bulunan bazı tasavvuf şiirleri yazılıyor ve hocaya biricik mütehassıs sıfatıyla, öteki hocaların anlatamadığı zımnen ihsas edilerek fikri soruluyordu. Onun da ağzı kulaklarına varıyor ve izahatına dersler yetişmiyordu.
Daha garibi: Çocuğun biri bir gün tahtaya beyitler yerine bir fizik meselesi şekli çizdi. Hoca geldi. Onu da sordu ve fizikten dem vurmaya başladı. En basit şeyleri söylüyordu. Fakat çocuklar, cevher yumurtluyormuş gibi hayretler içine düşüyor ve böyle şeyleri de nasıl bildiğini soruyorlardı. Allame hoca hemen yosunlu dişlerini göstermek lütfunda bulunuyor ve kasmaya başlıyordu.
İşte talebenin en sert, dersinde en kuvvetli ve en inzibatçı hocaya yaptığı oyun. Talebenin bu oyunu yapmadığı hoca pek azdır. Çünkü her hocanın başka türlü zayıf noktalarını arar, her birini başka bir yola çekmeye çalışırlar. Bunun için yapmadıkları dalavere kalmaz. Hocaların meşrebine göre şerbet vermek en birinci usulleridir. Kimine memlekete ait, siyasete ait sualler sorarlar, kimine hususî hayatını anlattırırlar, kimine kendi eserlerini okuttururlar. Dersinin hududunu geçtiği için tereddüt eden ve nazlanan hocaya karşı bütün bunları bir ders ve istifade rengine boyarlar. Çok istifade ettiklerini, başkalarından böyle şeyleri öğrenemeyeceklerini, başka öteki hocaların da ara sıra böyle şeyler yaptıklarını söylerler; rica ederler, yalvarırlar. Hepsi siyaset, hepsi dalaveredir. Gaye, o günkü dersi kaynatmak ve hatta hoş geçirmektir.
Talebe, hocaya, hayatına tesir edecek menfaatlerle bağlı olduğundan, birçok dolaplar çevirmeyi düşünür. Fakat en yükseği bile henüz tamamen yetişmemiş ve hayatı anlamamış olduğu için hakiki menfaati idrakten uzaktır. O anda menfaat saydığı bazı şeyleri ilerdeki hakiki menfaatine tercih eder. Bu, çocuk kafasının çok tabii bir felsefesidir.
Dersi bırakarak başka şeylere dalmak tüzük ve program mucibince hocanın hakkı olmadığı gibi, talebenin tuzağına düştüğünün farkına varmamak da bir öğretmen için daha acıdır. Tüzük ve program, talebeye öğretilecek bütün malûmat sistemini hazırlamış ve her birine bir hocayı memur etmiştir. Ders haricinde söyleyeceği şeyler de tespit edilmiştir. Bundan başka birçok şeyleri talebenin ancak kendisinden öğrenebileceğine inanan hocaya artık budala diyebiliriz.
Hele derste boyuna kendinden bahseden veya kendi şiirlerini filân okumak zaafını gösteren hocaları, öğretmenlik açısından en büyük suçlarla itham etmeliyiz. İnsanlarda, övünüp kendini dinletmek, psikolojik bir temayüldür. Fakat birçok insanlar da gelip bir adamı kolay kolay dinlemezler. Halbuki öğretmenin karşısında bir sürü mükemmel dinleyici vardır. Bunlara ders anlatacak, yerde kendini anlatmak. Öğretmenlikte suiistimal işte buna derler.
Öğretmen sınıfa girerken o saat için hazırlamış olduğu dersi vermeye gittiğini bilmeli ve hiç bir şey kendisini bu kararından döndürmemelidir.
Yazar: Vasfi Mahir Kocatürk