“Ve likülli kavmin hâd”
(Her kavme doğru yolu gösteren biri gelecektir.
Kur’an- Kerim, sure: 15, ayet: 8)
Ne tuhaf, fakat ne acıklı bir rastlantıydı! Serez istasyonundan bindiğimiz ikinci mevki kompartımanda beş kişiydik. Ve beşimiz de Türk Müslüman’dık… Geçen felaket ve bozgun yılının (1912, Balkan Savaşı) canlanmış da kalmış uğursuz ve karanlık damlalarına benzeyen birçok karga sürüleri, sahipleri öldürülen boş ve sürülmemiş tarlalarda dolaşıyordu. Tren hareket ettiği vakit hepimiz bir defacık selamlaşmış ve sonra, o yalnız esir ve perişan Müslüman memleketlerinden duyulan yakıcı ve dondurucu ağır tevekkülün taştan sessizliğiyle susmuştuk. Hava pek soğuktu. Kapalı camların ince buğularından, minareleri yıkılmış, mescitlerinin üzerine haçlar asılmış tenha köyleri görüyor gibi oluyorduk. Bu köyler uzaklarda, ta ufkun nihayetindeki mor sislerin içinde idi. Şimdi ezanın sustuğu bu öksüz yurtlara çanlarını ulutmak için, Selânik’e vapur vapur gelen Kafkasya Rumları yerleşiyorlardı. Susuyorduk. Ve sanki bize, milyonlarca kan ve din kardeşlerimizin ölümünü hatırlatan dışarısını, bu düşmanın öz vatanımızdan zorla kopardığı altın sahraları görmemek için önümüze bakıyorduk. Karşımdan bir ses:
— Kendimi Türkiye zamanında zannettim, dedi Yanımızda hiç yabancı yok!
Gülümsedim. Başımı salladım. Bu ufak bir beydi Daha bıyıklan yeni terliyordu. Ellerini kaputunun bine sokmuş, bir şeyden ürküyor gibi başını omuzlarının arasına çekmiş, kumral ve ince kaşlarını yukarı kaldırmıştı. Zayıf ve kansızdı. Yüzü masivadan gölgelenen ruhani ve masum bir beyazlıkla parlıyordu. Öbür köşede pencerenin dibinde, beyaz sakallı, siyah cübbeli bir hoca, ihtiyar, hasta, güçsüz ve alacalı bir yığın gibi uyukluyordu. Yanındaki şişman ve yeni seyahat elbiseleri giymiş, siyah ve alafranga sakallı beyefendi bana baktı. Güldü. Onun karşısındaki sarı, uzun boylu, son moda elbiseli, kuvvetli ve gözleri parlak bir genç:
— Ah, bu dünya!.. dedi.
Susuyorduk. İki senedir sanki hiçbir şey değişmemişti. Bir an içinde “Türkiye idaresindeki Selânik’e gidiyorum.” hayaline kapılıyor ve kapıyı kırmızı fesli bir kondüktörün açacağım bekliyordum. Ve bilmem nasıl mantıksız bir cesaretle. Serezli ufak bey korkmuyor, içimizden birisinin Yunan hafiyesi olabileceğine ihtimal vermiyordu.
— Acaba buralarını ne vakit Türk askeri gelip alacak? dedi.
Ben daima bilmek, öğrenmek, anlamak, tanımak, anlatmak istemediğimiz şeylerin üstüne attığımız basmakalıp bir sözü ağzımdan kaçırdım:
— Allah bilir!
İhtiyar hocanın önündeki şık ve iri genç, kalın ve al burnunu küçük parmağının uzun tırnağıyla kaşıyarak:
— Allahın bildiği malum bir şey! diye güldü. Lakin kul da bilir ki, artık buralara Türk ayağı basamaz.
— Niçin basamasın? diye haykırdım.
Uyuklayan beyaz sakallı hoca uyandı. Başım kaldırdı. Bize ayrı ayrı baktı. Ben Yunanistan’da olduğumu unutmuştum. Ağaçlar, hendekler pencerelerin arkasından hızla geçip gidiyordu. Şişman ve pek zengin olduğu halinden anlaşılan beyefendi etrafına bakınarak:
– Yavaş konuşsak… dedi ve bana dönerek devam etti: Oğlum, eğer iftihar olunacak bir şeyse, hiç zahmet çekmeden ben de sizin kadar Müslüman ve mutaassıp olabilirim. Mülkiye-i Şahane’den çıktım. On sekiz sene kaymakamlık ve mutasarrıflık ettim. İşte size söylüyorum ki, Müslümanların yaşamaya hakkı yoktur. Ve Türkler asla bir daha buralara gelemez. Türkiye’de ağzıma alamayacağım hakikatleri burada sizden saklamaya lüzum yoktur. Zira hür ve medeni bir hükümet misindeyiz. Ne şu muhterem hoca efendi ve ne de siz dinsizliğimi, İslamlığın aleyhinde olduğumu iddia ederek kafamın kesilmesini, asılmamı isteyecek bir evvel zaman adaletini burada bulamazsınız; medeniyetleri, terakkileri, itilaları, tarihleri hep dinler yapar. Dinler bir kâinatı yıkar, yerine, ikinci bir kâinat kurar. Fertlerin bütün hareketlerindeki esasları kımıldatan, sosyolojide büyük hatlarını çizen dindir. İslamlık ise fertlerindeki cemaat ve milliyet eğilimlerini bozarak hepsini karanlık bir taassubun görmez körlüğü içinde yaşatır. Sözüme şahit, işte bütün dünya yüzündeki Müslümanlık… Yüz milyonlarca Müslüman ve bizim milletimiz olan elli milyon Türk, hâlâ on üç-on dört asır evvelki hurafeler ve efsanelerle çırpınıyor. Rusya’daki Türkler, Bosna-Hersek, Rumeli, Hive, Buhara, Acemistan, Türkistan, Afganistan, Bulucistan, Hindistan Mısır, Trablus, Sudan, Tunus, Cezayir, Fas, Sahra-yı Kebir, Zengibar, Cava, Somali, Sumatra… Daha sayayım mı? Hâsılı bütün İslamlık bugün gelişmiş, kuvvetlenmiş, ilerlemiş Hıristiyan milletlerin boyunduruğu altında… Yalnız bizim Türkiye’nin yalancıktan bir bağımsızlığı var. Ama ne bağımsızlık… Gümrüklerine on para zam edemez. Düşmanlarıyla rahat bir anlaşma yapamaz. Başkentteki Hıristiyan okullarının içine giremez. Kısacası İslam tarihinde okuduğumuz yüz şu kadar İslam hükümetinin mahvına sebep olan faktörler hâlâ Türkiye’de duruyor. Aynı kanunlar, aynı şeylere tesir edince neticeler de aynı olur. O halde Türkiye’nin de diğer Müslüman hükümetleri gibi mahvolacağı, tarihten namı silineceği ve biz Türklerin de bütün Müslümanlar gibi yakında İstanbul’u alacak olan Hıristiyan efendilerimize sadakatle dua ederek hayatımızı diğer dindaşlarımız gibi miskin miskin taassup, cehalet ve rezalet içinde geçireceğimiz muhakkak… ve…
Bu ateşli ve mutaassıp bir dinsizdi. Ona mantık ve kıyaslarını yaparken, hissine ve taassubuna kapılmamasını tavsiye edecektim. Susmasını, lafının sonunu bekliyordum. Serezli genç bey, kafasını zayıf omuzlarının arasından çıkarmış, güzel ve şahane gözlerini açmıştı. Mülkiye-i Şahane mezunu eski mutasarrıfın birdenbire sözünü kesti.
— Ya Mehdi? Mehdi çıkmayacak mı?
— Hangi Mehdi?
— Hangi Mehdi olacak? Daha onu bilmiyor musun? Mehdi çıkacak. Müslümanların başına geçecek. Gâvurların hepsini öldürecek. Bütün dünyayı Müslüman yapacak.
Şişman beyefendi tombul ve beyaz elleriyle kamım tutarak gülüyor, al yanakları pençe pençe kızarıyordu. İhtiyar hocanın karşısındaki genç de, zavallı Serez beyinin saflığına gülmekten kendini alamıyor.
— Ey küçük bey, bu Mehdi ne vakit çıkacak? diye eğleniyor, bari yakında gelecekse nafile çiftliklerimizi yok pahasına gâvurlara satmayalım… diyordu.
Lokomotif düdüğünü çalıyordu. Ben “Mehdi” bekleyen saf çocuğu nasıl müdafaa edeceğimi düşünüyordum. Öbür köşedeki beyaz ve büyük sarıklı, ihtiyar ve sakin hoca efendi doğruldu. Büyük, derin ve küçük gözlem açtı. Siyah ve kalın cübbesinin temiz eteklerini düzeltti. İlk defa ağzım açıyordu.
— Mehdi’ye gülüyorsunuz ha… dedi.
Ben yeryüzünün dümdüz olduğunu, balığın üzerinde öküzün boynuzunda tıpkı bir tepsi gibi durduğunu fenle ispata kalkacak bunak bir yobazım. Mehdi hakkında saçmalayacağı budalalıkları duymamak için başımı pencereye doğru çevirdim. Hoca efendi, yabancı olmadığını garip bir tecvidin ağır ve hususi ahengiyle lafa başladı. Ama ben de artık dışarı bakamadım. Onu can ü gönülden dinlerken, Serezli genç bey gibi benim de ağzım birkaç santimetre açık kaldı.
— Bu Mehdi kimdir, biliyor musunuz evlatlar? Gaib olan on ikinci imam! Bütün Müslümanlar onun gelmesini bekliyorlar… Bu şüphesiz bir hayal. Bu hayalin nereden ve nasıl tesirlere çıktığım size söyleyeyim: İslamlık bir mefkûredir. Öyle yüce, metin, yüksek bir mefkûre ki… Taarruzi her Müslüman, İslam olmayan memleketleri almak, oralarını hep Müslüman yapmak emelini besler. Zaman, fitneler ve nifaklar arasında geçmiş, İslam hükümetleri birer birer yıkılmış. İslamlar esir düşmüşler. Fakat her esir Müslüman’da İslamlık mefkûresi şuursuz bir anane bir ümit, bir emel bırakmış. Esirliğin ağır ve ateşli zincirleri altında inleyen her Müslüman, bir kurtuluş gününden ümidini kesmemiş. Ve bu ümidinin fiile çıkarılmasını tekrar bir gün meydana çıkacak olan on ikinci imama, Mehdi’ye atfetmiş. Bu Mehdi İslam milletlerini şuursuz bir emniyetle beklediği kurtarıcı çıkıp bütün Müslümanları acıklı durumdan kurtaracak mı? Bütün İslam diyarlarında, Rumeli’nin, Asya’nın, Hindistan’ın köylerinde, Afrika’nın vadilerinde Müslümanlar hep bir kurtarıcıyı, bir Mehdi’yi beklerler; Mehdi ‘ye dair birçok masallar, hikâyeler vardır. Bunlara büyük ve perişan bir ümmetin yaralanmış ruhunda uyuyan en garip ve muhteşem şiirler de karışır. “Ak Minare” vesaire gibi… Lakin bu mehdi sahiden gelecek mi? Hayır ve evet… İslam ruhu şuursuz bir saflık ve güvenle her halasçı gibi sivrilen kahramana bu ad verir. Fakat o muvaffak olma”Mehdi” kelimesi “mütemehdi” olur. Yine hakiki Mehdi beklenilmeye başlanır. Ama… Ama, hayır… Öyle bir Mehdi ortaya çıkıp bütün İslamları birleştirerek istilacılardan bir anda intikam alamayacaktır. Lakin bu esirlik de kıyamete kadar sürecek mi? Hayır, hayır. Mutlaka bir gün İslamların öcü alınacaktır. Ama nasıl? Buna büyük ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim cevap veriyor. Diyor ki: “Ve likülli kavmin hâd.. ” Evet bütün kavimlerin kendilerine özgü hâdileri vardır. Onları hidayete eriştirir. Mesela Bosna-Hersek’teki Müslümanları halife gidip kurtaramaz. Onlar çalışırlar, içlerinden bir fedakâr, birçok fedakâr çıkar. Silaha sarılırlar. Esirlikten kurtulan Hıristiyan milletlerin kurtarıcılarını taklit ederler. Cezayir’dekiler, Fas’takiler, Tunus’takiler, Sudan’dakiler, hatta Mısır’dakiler de öyle… Başka yerlerdekiler de öyle… Kendi içlerinden, kendi kavimlerinden kurtarıcı hâdiler yetişecek. Mensup oldukları kavmin başına geçecekler. Sonra… Esirlikten kurtulan, kafaları ilim ve akıl tutmaya başlayan İslam milletler, Hıristiyan milletler gibi, aralarında bir “Uluslararacılık” teşkil edecekler ki işte bu “İttihad-ı İslam” mefkûresinin hakikatidir. Artık bu “İslam uluslararacılığı” mefkûresi hakikat haline girince, ‘Hıristiyan uluslararacılığı” yani Avrupalılar, zayıf ve korumasız buldukları küçük İslam kavimlerin üzerine hep birlikte yüklenemeyecekler. İşte bu dengeden dünya yüzünde ancak o vakit “hak ve hukuk” doğacaktır. Bir kavmin hâdileri, o kavmi gaflet cehalet, idraksizlik uykusundan uyandıranlardır. Biz Türkler kurtarıcılarımızın elindeki mukaddes ve hidayet ışıklarının aydınlattığı milli bir mefkûreye doğru yürüyerek, altında inlediğimiz zincirleri kıracak, diğer Türk olmayan İslam kardeşlerimizin bile imdadına yetişeceğiz. Ve bizim gibi her İslam kavim de kendi hâdisini beklemekle haklıdır. Bu müjdeyi biz Müslümanlara Kur’an-ı Kerim vermiştir. Evet. İşte Kur’an-ı Kerim elimizde… Bir Mehdi yoktur. Fakat birçok hâdiler olacaktır.
Halk tabakası, o tek ve hayali Mehdi’yi beklerken biz, Türk, Arap, Fas ve diğer İslam düşünürleri, kendi hâdilerimizi, hakiki Mehdileri beklemeliyiz. Ve onların ortaya çıkıp çıkmayacaklarından bir an için olsun şüphelenmemeliyiz…
Bilmem hangi istasyonda durmuştuk. Trenin kapısı birdenbire açıldı ve ihtiyar hoca susuverdi. Esmer bir kondüktör, silindir şapkalı bir Ruma:
— Buyurunuz… diyordu.
Bu herif bize tarif olunamayacak derecede derin bir nefret ve tiksintiyle bakarak, Rumca:
— Fakat burada Türkler var! diye durdu.
Suratını ekşiterek hepimizi ayrı ayrı süzdü. Kahraman kondüktör hemen yararlığını gösterdi:
— Haydi bre… Öbür başa toplanın! Burada pencerenin önünde mösyö rahat edecek…
Hoca ile karşısındaki genç yüzlerini yere eğerek bizim tarafımıza gelip sıkıştılar, giren şık ve küstah mösyö, şapkasını çıkarıp, ayaklarım karşıki kanepenin üstüne uzattı. Adeta yattı. Sigarasını yaktı. Tek gözlüğünü takarak bize bakmaya başladı. Sözünü tamamlayamayan ihtiyar hoca yaralı ve can çekişen düşkün bir aslan gibi yeniden uyuklamaya başlamıştı. Şimdi biz, yine, o yalnız esir ve perişan Müslüman memleketlerinde duyulan yakıcı ve dondurucu ağır tevekkülün taştan sükûnuyla susuyorduk.
Yolcu mösyö, sigarasının küllerini üzerimize fırlatıyor, tükürüyor, sonra avazı çıktığı kadar Bizans İmparatoru ve Yunanistan Kralı XII’inci Konstantin için bestelenmiş Fransızca bir şarkıyı haykırıyordu.
Biz susuyorduk… Tren seyrek ve fasılalı ağaçlıkların arasından geçiyordu. Ve Türklerden kalma san badanalı eski karakollar, bu yollardan kaçarken mahvolmuş gafil bir milletin dinsiz ve yıkık mabetleri gibi, ikişer, üçer kilometre ara ile sıralanmış hâlâ duruyordu. Susuyorduk. Zannederim hepimiz —hatta İslamlıktan ümidini kesmiş olan açık fikirli, şişman mutasarrıf emeklisi bile— hepimiz, mukaddes kitabın her kavme vaat ettiği hâdileri düşünüyor, Türklerin Mehdi’sinin ne vakit çıkacağım kendi kendimize soruyorduk. Yolcu mösyö Türklüğe ağza alınmaz küfürlerle kafiyelenmiş Rumca şarkılar da bağırmaya başlamıştı. Biz susuyorduk. Ve benim gözlerim, hep o beyaz bir kurtuluş ve ümit şafağının uzak bir aksi gibi parlayan beyaz sarığa, ihtiyar hocanın uyanık bir dalgınlıkla sallanan büyük ve nurlu başında dalıyordu.