Türk Dil Kurumu sözlüğünda bilim “Evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim.” şeklinde tanımlanmış. Tüm bilimlerin temeli sayılan felsefe ise en yalın tanımıyla “soru sorma” bilimi olarak evreni veya doğayı anlama ihtiyacının ilk adımı olmuş. Günümüzün birçok dala ve uzmanlaşmaya ayrılan modern pozitif ve sosyal bilimleri ise insanlığın ortak aklı ve tarihsel mirası üzerinde yükselmiş, gündelik yaşamlarımızı kolaylaştıran ve dahi mümkün kılan en önemli unsurlardan biri hâline gelmiştir.
Eğitim-öğretim süreçlerinin önemli ölçme aracı olan sınavlar ise en temelde, eğitim-öğretim faaliyetlerinin işlevselliği, kullanılabilirliği veya sınırlılıklarının tespiti açısından önemli rol oynamakta, ancak yöntem ve içerikleri ise hâlâ birçok ülkede büyük tartışma konusu. Şu halde zihinleri meşgul eden sorun; sınavların bilimsel veriyi mi, bireyi mi ölçtüğü sorunudur.
Talep ve ihtiyaç dengesinin asimetrik olduğu durumlarda talebi; ihtiyaç düzeyinde törpüleme, yani bir “eleme” aracı olan sınavlar, bilimsel ve insani etikle ne ölçüde bağdaşmaktadır?
Sınava hazırlık veya test kitapları satışlarının diğer tüm kitap satışlarının üzerine çıktığı bu piyasa koşullarında, altta ezilen ne?
Hemen her yaş grubundan insanın bir şekilde ilişkilendiği mevcut sınavlar, bilimsel verileri, bir koşul veya pazarlık maddesi haline getirmekte, bilimsel verinin uzun vadeli ve kavramsal niteliği yerine, kısa vadeli pratik nitelikleri ön plana çıkmaktadır. Hele ki belirli bir sürede hazırlanma koşulu gerektiren sınavlar, kavramak yerine ezberi; derinlik yerine yüzeyselliği kaçınılmaz kılmaktadır. Bu yoğunluklu ve zaruri sonucun suçlusu elbette öğrenciler veya öğretenler olarak değerlendirilemez. Söz gelimi bir dilci, kendisine ayrılan belirli ders veya kurs saatlerinde, fiilimsiler konusunu veya fiilimsilerin oluşturulmasında kullanılan ekleri en kısa yoldan kazanıma dönüştürmek zorundaysa istese de istemese de “anası mezar dikecekmiş” demek zorunda kalıyor. Herkesin birbiriyle yarıştığı, sürat ve çabukluğun kaçınılmaz olduğu bu yarışta, kimsenin hocayı gereğinden fazla dinleyecek zamanı yok! Dolayısıyla derinliği ve dinamikleri yontulmuş yüzeysel ve pratik bilgi bu yarışların vazgeçilmez dopingi; koca koca romanlar, kısacık ifadelere sığdırılan “kodlanmış cümleler” oluyor. Özeti bilmekle eseri okumak, sınav girenler için teknik olarak eş değer.
Farkında mısınız? Üretmediğimiz gibi üretileni de yok ediyoruz. Başta çocuklar olmak üzere kimseyle kendinizi yarıştırmayın denilen herkes, bu hengamenin içinde geçecek birilerini bekliyor. Bu süreçlerden geçmiş ve hayata atılan yetişkinler bile iş yerinde çalışma arkadaşlarıyla, oturduğu binada komşularıyla, aile içinde kardeşleri veya akrabalarıyla sürekli bir yarış halinde olmaya devam ediyor. Etrafımızdaki herkes; sevinçlerimizi, kederlerimizi, anılarımızı, çaresizliklerimizi paylaşabileceğimiz insanlar olmaktan çok rakiplerimiz oluyor.
Bizim neslin çocukluğu için kült filmlerden biri olan “Karate Kid” filminin bir bölümünü anımsıyorum burada. Yalnız ve savunmasız olan bir çocuğa, Uzak Doğu dövüş sanatları uzmanı olan hocası, uzunca bir süre zemin temizliği yaptırıp sadece yerleri sildirip parlattırarak bu tekniklerin birçoğunu öğretmişti. Tek bir insanın burnunu dahi kanatmadan. Yani yaşam boyu sürecek bir kazanımın yolu, biraz buluş yoluyla öğrenmekten, deneyimleyerek kavramaktan geçiyor. Kaldı ki bir eğitimcinin kalemi de hiçbir zaman zekânın değil, her zaman çaba ve emeğin altını çizip vurgusunu yapmaktan geçer.
Tabii meseleyi bu haliyle değerlendirip sadece eğitim sistemi ile ilgili yargılarda bulunmak kolaycılığına da düşmemek gerek. Bu, bir kültür ve yaşam biçimi sorunudur. Görünenin ardındaki görünmeyene ulaşma ve sürekli bir anlama merakıyla ilkel dönemlerden bugüne gelebilmiş insanlığın en büyük motivasyonu hayal gücüdür. Bu noktada biraz temele inmeli, çocuklarımızın yaşamlarına bakmalıyız. Uzmanlara göre teknolojik cihazların çocuklarımıza dayattığı hazır dünya, onların bu hayal gücünü sınırlamakta, algılarını pasifleştirerek onları edilgenleştirmektedir. Bir insan yetiştirmenin sorumluluk duygusuyla hareket etmeli; onları, hayal güçlerini ve yaratıcılıklarını tetikleyecek etkinliklere yönlendirmeliyiz. En güvensiz görünen ortamlarda bile kendi gözetimlerimizde, dış dünyanın zenginliğini, içine karışacakları doğanın koşullarını onlara gösterelim. Sonra başka deneyimleri ve fikirleri görebilmeleri için onlara kitapların kapılarını açalım. Doğaya, insana ve tüm canlılara karşı duyarlığı, farkındalığı yüksek bireyler olmaları için onların yolunu aydınlatalım. Bu bireyler için bilim, bir yarış bileti değil; daha iyiye, daha güzele ulaşmanın yolu olacaktır. İçinde yaşadığı toplumla yarışan, rekabete giren insanlardan çok o toplumun sanatına, bilimine, kültürüne ve geleceğine katkı sunacak insanlara hepimizin ihtiyacı var.
İnsanın işittiğinin yüzde onunu, okuduğunun yüzde yirmisini, gördüğünün ise yüzde seksenini hatırladığı anlaşıldığına göre sınıflarda ya da uzaktan eğitimde klasik tarzda ders anlatan öğretmenlerden dinlenen derslerin yerini, ders boyunca sürekli olarak öğrenciyle konuşulan, onun düşüncesinin sorulup dinlendiği interaktif söyleşilerle sürdürülen, öğrencinin öğretmene ders sırasında soru sorabildiği bir ders verme şekli almalı.