Hikaye Örnekleri

Turhan Nasıl Çıldırdı-Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Türk milletinin diline, dinine, gelenek ve göreneklerine sahip çıkmasını anlatan güzel bir hikâyedir.

Turhan’ın İskenderiye’den Der saadet’e getiren vapur Adalar Denizi’nin lacivert suları üstünde kayıyordu… Nisanın mehtaplı bir gecesi… Akşam yemeğinden sonra yolcular yemek salonundan birer ikişer güverteye çıkıyorlar, kadınlarla beraber onlar konuşuyorlar, gülüşüyorlar. Bekâr erkekler, kafeste aslanlar gibi aşağı, yukarı geziniyorlardı. Yalnız seyahat eden kadınlar katlanan iskemlelere uzanmış uzaktan, uçan bulutlara, süzülen aya bakıyorlardı. Turhan da o gece bir hayli gezindikten sonra dümencinin kamarasına arkasını dayamış, üstüne koyu şeffaf tül çekilmiş, durgun göğe, ıraklardan, altun gözlerini etrafındaki sırma kirpiklerini kırparak, deniz beyaz gömlekli dalgalarıyla cilveleşen yıldızlara bakıyor. Gözleri Akdeniz’in alaca karanlığı arasında dalıyordu. Bir saat kadar böyle kaldı. Artık yavaş yavaş herkes kamarasına çekiliyordu. O da indi. Beş dakika sonra arkasına kalın paltosunu geçirmiş olduğu halde tekrar göründü. Elektrik fenerinin altındaki iskemleye uzandı. Cebinden çıkardığı ufak defteri, günlük hatıralarını açtı. Birkaç gün evvel yazdığı satırları okudu… İçini çekti. Sahifeyi çevirdi. Ortaya:
Cuma 18 Nisan 1327
Tarihini attı, yazmaya devam etti:
“Üç gündür Akdeniz’de dolaşıyorum. Türk bayrağını çekmiş bir gemiye rast gelmedim. Yunan bayrağı, İngiliz bayrağı, İtalyan bayrağı, Fransız bayrağı… nerede oruç gaziler, Turgut reisler?… Barbaroslar, piyaleler nerede?…
“Napolyon bir zaman Akka’da ‘Asya bir adam bekliyor…’ diye ayağını yere vurmuş,”O adam! Hani?… O adam,o adam ben olacağım!…Bu poladı ben cilalayacağım.Bu peygamberler yurdunda,bu kahramanlar diyarında,alimler,mucitler,zenginler yetiştireceğim!”
“İlim ve intizam… Bu iki çakmaktan bir ışık çıkaracağım.”
“Asya!… insaniyetin ninesi Asya, Türk!… İnsaniyetin babası Türk, evladının menfuru olamaz. Asya’ya nur, Türk’ün meşalesinden uçacak. Afrika’ya medeniyet, makam- Hilafetin medreselerinden geçecek… der saadet’ten Tebriz’e bir şubesi Bakü’ye, Tiflis’e uzanmak üzere, çifte hatlı bir demiryolu te’sis olunacak… İran’ın, Türkeli’ nin halıları Avrupa’ya yayılacak, Kafdağı’ndan akan ateşler denizleri aşacak… El’ariş’ten Akabe’ye açılacak bir ikinci kanala Bahr-i Ahmer’e başka bir geçit bulunacak. Bu kanal yalnız Türklerin malı kalacak., Havra’nın buğdayları, Irak’ın petrolleri, dört hatlı bir demir yolla Basra’dan İskenderun’a dökülecek…”
“Türkeli’nin her bucağında ahalinin istibdadına, ihtiyacına göre mektepler, medreseler, müesseseler açılacak: Trabzon’a Ticaret Kaptan Mektebi, Diyarıbekir’e Ayıntap’a ilahiyat medreseleri, Erzurum’a Askeri mektebi, Bursa’ya, Sivas’a, Uşak’a sanayi-i, nesciye, Kastomonu’ya, Tıbbiye, İzmir’e, Kayseri’ye Ticaret, Adana’ya Ziraat mektepleri, Bolu’ya aşçılık, Erzurum’a demircilik müesseseleri açtıracağım. İzmit’te, İskenderun’da gemi imalathaneleri te’sis edeceğim.”
“Her vilayetin iklimine nazaran, köyler için birer ikişer odalı kargir evlerin planlarını yaptırıp suret-i inşasının tarifleriyle beraber liva, kaza merkezlerine göndereceğim. İnsanlara temiz yuva, sıhhat ve uluvvücenap verir. Mimar müfettişler gezdirerek bir iki sene kadar Türkeli’nde telkinatta bulunacağım. Haydutları, hayvan hırsızlarını astıracağım.”
“Makam-ı Hilafeti ikinci bir İslam Kabe’si yapacağım. Bab-ı Meşihat’ta, Mısırlı, Faslı, Hintli, Çinli, Cavalı, Cezayirli, İranlı, Rusyalı, Kafkasyalı Müslümanların en alim ve nafiz imamlarından mürekkep bir dini şura tesis edeceğim. Onlara şeriat ahkamını tanzim ettireceğim. Bu sayede muttarit, muntazam dini bir mecelle vücuda getireceğim.”
“Asya’daki Türkelleri’ne ilmi bir heyet göndereceğim. Onların tarihini, adetlerini, ziraatını, sanatlarını, dillerini tetkik ederek, bir Türk müzesi te’sis, bir Türk muhitu’l- maarifi neşredeceğim.”
“Der saadet’i, bir İslam medeniyeti nümunegahı yapacağım. Payitahta bir İslam ve Türk kisvesi giydireceğim: Burasını medreseleriyle, bahçeleriyle, şadırvanlarıyla, sebilleriyle, hamamlarıyla; saçaklı, füruşlu, dehlizli kargir binalarıyla; yarış, ok, cündi meydanlarıyla; güreş, idman, nişan yurdlarıyle; muttarit yazısıyle; encümen-i danişiyle, matbaalarıyle ve mu’temer (kongre) salonlarıyla İslam dünyasının her tarafından gelecek talebenin yurtlarıyle, hastaneleriyle, temaşahanelerıyle, İslam ve Türk kavimlerine aid müzeleriyle bir İslam ve Türk feyiz merkezi yapacağım.”
“Milletim, o dünkü boğa, bugün bir kaplumbağa olmuş. Onu mahbesinden, eğreti mahbesinden, yeis ve cehalet mahbesinden kurtaracağım. Ona benliğini, ümidini, gururunu, efendiliğini, hakanlığını, ma’budluğunu iade edeceğim.”
“Habibullah’ın mübarek hırkasına sarınmış, Kutsi sancağına bürünmüş, ömerül-Faruk’un adalet kılıcına dayanmış, fatih, mütefennin, cesur, mütevazı bir halifeye dört yüz milyon İslam özlerini, gözlerini diksinler, onun irşadıyla onun ışığıyla, sulh yolunda, hayat yolunda ilerlesinler, zenginleşsinler, mutlu ve kutlu olsunlar. Halifenin mukaddes adını anarak camilerde okunacak bir hutbenin meali tekmil İslam dünyasını dolaşmalı ve bütün muvahhitlere ulaşmalıdır.”
Artık güvertede kimse kalmamış, herkes birer ikişer kamaralarına çekilmişti. Gecenin ıssızlığıyla daha gür yükselen çarkların gürültüsü, daha tizleşen denizin hışırtısı arasında Turhan gizli benliği, gizli hayalleriyle karşı karşıya kalmıştı. Başının sandalyenin arkasına dayamış, gözlerini, şimdi kendisine pek yaklaşan koyu kurşuni göğe, şimdi kendisine pek alışkan ve yılışkan oynak yıldızlara dikilmiş ve dalmış gitmişti. Rüyasında Yavuz Sultan Selim’i gördü. Cuma namazını beraber kıldı. Büyük Hakanın huzuruna çıktı. “Yazık ki cihan bir padişaha kifayet edecek kadar büyük değildir.” Sözünü tekrar işitti. Titredi.
Turhan’ın babası Kara Memişoğlu Süleyman, Manisalı idi. Kardeşi Osman Çavuş’la 93 Moskof muharebesine iştirak etmişlerdi. Biri Kafkas cephesinde, diğeri Eski Zağra’da bulunmuşlardı. Süleyman Kafka’da Ruslara esir düşmüş ve tüfekçi ustası Osman Çavuş harpten sonra köyüne dönmüştü. Süleyman ve Osman’ın Manisa’da kalan babaları Kara Memişoğlu Selim Ağa ile nineleri Zehra Kadın vefat ettiklerinden Osman Çavuş mirasını hemşiresine ferağ ederek Mısır’a hicret etmişti. İskenderiye’de bir pirinç ve pamuk ticarinin yanına girmişti. İşleri öğrenerek ticarethane sahibinin emniyetini kazandığından efendisi, Osman’ı kahve, biber, baharat mubayaası için Batavya’ya göndermişti. Osman Çavuş, okuyup yazması bilmesi ve zekâveti yüzünden efendisine faydalı hizmetlerde bulundu. Alış veriş maksadıyla Cana Adası’nın içerisine kadar gitti. “Salamat” şehri civarında sakin küçük İslam hükümdarlarından biriyle ticari münasebette bulundu. Bu sırada Emirin eski tüfeklerini tamir etti. Askerlerine talim ve usul-u harbi öğretti. Hükümdarın takdirini kazandı. Osman Çavuş gürbüz, yakışıklı bir Zeybekti. Emir ona kızını verdi. Kendisine de veliaht etti. Osman’ın kaynatası iki sene daha yaşadıktan sonra öldü. Yerine Manisalı Kara Memişoğlu Osman Çavuş hükümdarlık tahtına geçti. Küçük, harap memleketi büyüttü. İmar etti. Nizam koydu. Mahkemeler açtı. İstanbul’a talebe yolladı. Buradan muhtasar fen kitapları getirtti. Tercüme ettirdi. Herkesin muhabbetini, hatta oralara hâkim olan Felemenk hükümetini bile hürmetini kazandı.
Kafkasya’da esir düşen Süleyman, Rusya’ya hastalandığından arkadaşlarıyla beraber memleketine avdet edemedi. Evvela Moskova’ya, sonra Kazan’a gitti. Orada Hemşinli bir emekçinin yanında çalıştı. Manisa’da baba ocağındaki hissesini sattı. Ekmekçi ile ortak oldu. İşleri yolunda gitti. Birkaç sene sonra ayrı bir fırın açtı. Bununla da iktifa etmedi. Bir debbağ ile şerik oldu. Deri işleriyle de uğraştı. Bir otel satın aldı. Büyük şirketlere hissedar oldu. Zengin bir Tatar’ın kızıyla evlendi. Biri kız diğeri erkek iki çocuğu oldu. Çocukların tahsiline dikkat etti. Erkeğin adı Turhan’dı. Babası oğlunun isti’dat ve hevesini görerek onu ulum-i hukukiye ve içtimaiye tahsili için Paris’e gönderdi. Turhan Paris’te tahsilini ikmal ile basının yanına avdet etti. Turhan büyük sözlü, büyük fikirli, hırslı bir gençti. Babası, oğlunu bir tacir, bir iş adamı yapmak istiyordu. Genci kandırmak için sarfettiği emekler heba oldu. Turhan’ın arzusu siyasetle uğraşmaktı. Millet için, İslamiyet için yaşamak, çalışmak istiyordu. Büyük bir nam bırakmak emelinde idi. Bu Ümit ateşi, bu iman nuru daima yüreğini, dimağını yakar, geceleri uykusunu kaçırır. Gündüzleri elinde kitap, harita, saatlerce çalışır, saatlerce düşünürdü. İslamlar, Türkler, tatarlar hakkında Fransızca, Rusçada, Türkçe de ne kadar kitaplar yazılmış ise okudu. Tatarların, Türklerin, hatta Müslümanların geçmişteki kuvvetlerinin ve bugünkü düşkünlüklerinin sebeplerini öğrendi. Rusya’nın idaresindeki Tatarların milliyetlerini, dinlerini yavaş yavaş unuttuklarını gördü. Kazan’da çalışmanın neticesiz bir gayret olduğunu anladı. Cava’da hükümdar olan amcası Kara Memişoğlu Osman Sultan nispeten bir cahil olduğundan ikbali tesadüf neticesiydi. İslam’a, istediği gibi, hizmet edemeyecekti. Onunla muhabereye başladı. Amcası Tyrhan’ı davet etti. Bu davetten bi’l-istifade Avrupa’nın payitahtlarını ve mühim şehirlerini gezdi.
Buraların müzelerinde, saraylarında, mabetlerinde İslamlara ve Türklere ait tesadüf ettiği levhaları, heykelleri, binaları kalbinde gittikçe alevlenen bir ateşle tetebbu etti:
Rusların 1293 muharebesinde Kars ve Pilevne’den aldıkları topraklarımızdan Petrogard’da “Varşavski Vagzai” demiryolu istasyonu civarında inşa ettikleri kule, daima bir heykel-i kin halinde Turhan’ın karşısında dikilirdi.
Viyana’da “Stefan Kilisesi’ne” kadar girmiş olan İslam düşmanlarını gösteren ve intikam hissini uyandıran kabartma taş levhaya nefretle baktı. Şehremaneti Müzesi’nde Kara Mustafa Paşa’nın resmini ve bedbaht kumandana nispet edilen kesik kelleyi ve göleği gördü. Diğer müzede Bosna Hersek fatihi Kasım Bey’in kılıcını, Sokulu Mehmet Paşa’nın üstünde esma-i hünsa hak edilmiş tulgasını, Türk Bayraklarını, Siget, Petervaradin, Zanta muharebeleri levhalarını tetkik etti.
Avusturya’da siyah şarapla şampanyayı karıştırarak “Türk Kanı” namı verdikleri içkiyi içenlerin keyfine adavetle baktı.
Macarların mukaddesle addetdikleri Sent Etiyen = Sent i ştvan taçını iç tarafında Türk Kralı Geza yazılı olduğunu ve hicretin beşinci asrından beri Şark İmparatorları tarafından dahi Macarların Türk oldukları kabul edildiğine vakıf oldu. Peşte’deki Macar Müzesinde, Mohaç muharebesi esnasında Macar Kralı Layoş’un vefatını, Belgrat muhasarasını musavver levhaları, Peşte’de ki Körüt meydanına ve Zigetvar kasabasındaki Zrinyi namına dikilen heykellerde Osmanlı Bayraklarının muhakkak vaziyetini gördü.
Roma’da Sigistin Kilisesi’nde Ehl-i Salip muharebelerini gösteriri levhaları adem-i tenezzül ile temaşa etti. Floransa’da Galeri Ofis ve Galeri Pitti’deki padişahlarımızın, serdarlarımızın yirmi kadar tasvirlerini tetkik eyledi. Venedik’te Doj’la sarayında ve tersane müzesindeki deniz muharebelerimize ait tablolar karşısında saatlerde daldı.
Paris’te Lüksemburg Müzesi’nde “Şerifin adaleti” namıyla bir sarıklı herifin dört kadını kestiğini musavver ressam Benjamin Constan’ın levhasını temaşa ederken bu garazkar hayal mukabelesinde titredi: “Envalid” kapısının önündeki Hamid-i Evvel zamanında dökülüp Cezayir’den Fransızların iğtinam eyledikleri topları görmek istemedi. Versailles Müzesindeki Kırım ve Cezayir muharebelerine dair resimler ve eski elçilerimizin Paris’te kabullerine dair resimler ve eski içlilerimizin Paris’te aid levhalar müvacehesinde düşündü.
Almanya’da Heilbron şehrinde iki buçuk asırdan beri her akşam saat beşte, ahaliyi Türk hücumuna karşı ikaz için kiliselerde çalınan ve “Türk çanı” denilen çan sadasını dinledi.
Sekiz yüz sene İslam nurunun parıldadığı İspanya’ya geçti. Endülüs hükümdarı Abdurrahman- Evvel tarafından inşa edilen ve bugün kiliseye tahvil edildiği cihetle menendsiz ziynetlerinin, oymalarının ve nefis hatlı Kur’aniye’nin üstüne badanalar sürülen 1093 mermer sütunlu ve 19 kapılı Kurtuba Camii’nin harabesini ziyaret ve nasılsa mahfuz kalan mikrabının ihtişamı ve ruhaniyeti önünde secde etti.
İşbiliye’de tahrip edilen Elmansur Camii’nin vahdetten bir nişane gibi kalan minaresine; “Elkazar” yani Elkasar denilen Arap sarayından harem ve elçiler dairelerinin gözler kamaştıran darat ve zarafetine hayran oldu.
Gırnata’da, Siyera Nevada dağları eteğinde, mütevazı ve sade bir cephe altında, İslam medeniyetinin feyzini, şa’şaasını irade eden lacivertli, kırmızılı ve altın yaldızlı ziynetlerinin, güneşin in’ikasıyle, bir cennet güzelliği halinde parladığı Kaletü’l-hamra veya sadece Elhamra denilen saraya hayran oldu. Dört yüz sene evvel, divanhanelerinde, cihanın en derin alimlerinin, en yüksek şairlerinin, ne büyük feylesoflarını -ki hep Müslim, muvahhid idiler, İslam hükümdarı tarafından ne derece tebcil edildiklerini bir daha yadetti. Sarayın arslanlar, ki hemşire, İbni Sarac, adalet dairelerini ziyaret etti. Arslanlar avlusunda “Elbereke” denilen havuz başında daldı. Bu havuzun etrafında İbni Sarac ailesinden, İspanyolların boğazladıkları otuzaltı kişinin kanlı başlarının bu havuz içine atıldıklarını gözünün önüne getirdi. İslam müsaadekarlığı müvacehesinde Hıristiyan taassubunun ne cehennemi bir çirkinliği olduğunu bir kere daha anladı. Sarayın evvel emirde mermerden zannettiği kabartma ziynetlerinin alçıdan imal edildiğini öğrenince bunların beş buçuk asır beka bulması için, hin-i inşada İslam Mimarlarının ne gibi terkiplere müracaat ettiklerini anlayamadı. Eski müzeyyen atın zarafeti, inceliğiyle, son zamanda İspanyollar tarafından yapılan tamiratın kabalığı nazar-ı dikkatini celbetti. Cihanda güzellikle eşi bulunmayan bu zarafet mihrabının pirinçten kapısının okka ile satıldığını, İbni Sarac dairesinin oymalı ebvabının odun diye yakıldığını ve bu süslerin kireçle nasıl kıyılmadan badanalandığını Katoliklerin kadir na-şinaslığını düşündü ve kan ağladı.
Kastilya Kıralı zalim lakabiyle yad olunan “Don Pedro” sarayına davet ettiği Gırnata hakimi “Ebu Sadi”i üstündeki mücevherlere tamen şehid eylediğini, bu İslam emirinden çalıp, bir müddet sonra bir İngiliz prensine verdiği yakuttan İngiltere Kraliçeleri tacını tezyin etmekte olduğunu öğrendi. Elyevm İngiliz rumuz-i hükümdarısının bir cüz’ü yakutta bir damla İslam kanının parlayan ve titreyen ebedi ye’sini duydu.
Avrupa’dan sonra Fas’a, Cezayir’e, Tunus’a, Mısır’a gitti. Millet-i galibe tarafından “Boriko” yani eşek sıpası yad olunan bir kısım Arabların zilletini gördü. İskenderiye’den Bomboy’a geçti. Hindli ehl-i İslamı tedkik etti. Batavya’ya amcasının yanına vasıl oldu. Onunla günlerce müzakereler etti. Osman Çavuş Sultan vakıa cahil idi. Fakat geçirdiği tecrübeler, sergüzeştler onu kamil bir insan yapmıştı. Parlak zekası, doğru muhakemesi vardı:
– Oğlum, dedi, İslam cemiyetleri arasında Türkiye’den başka müstakil hükümet, Türklerden gayri faal bir millet kalmadı. Dinin temeli, İslam’ın hamisi Türklerdir. İstanbul’a git, yine millettaşlarınla çalış! İstediğin feyzi orada bulursun!
Amcasıyla dört ay kaldı. Yine Mısır tarikiyle Der saadet’e gitmeye karar verdi.
Vapur Beyrut’a uğradı. Orada kayıkçıların bile Fransızca konuştuğuna şaştı. İzmir’de Kordonboyu’ndaki şapkalılardan nefret etti. Geminin altı saat tevakkufundan istifade ile bu şehrin içeri taraflarını araba ile gezdi. Servetiyle, camileriyle, çeşmeleriyle, tezgahlarıyle halis bir Türk yurdu olduğunu anladı. O halde deniz kıyısına yığılan bu süprüntülerin ne lüzumu vardı? Beyrut’tan, İzmir’den payitaht cerideleri almıştı. Meclis-i Meb’usan müzakerelerini okudu. Hükümete karşı şiddetli bir muhalefet vardı. Muhaliflerin içinde din ulemasının adlarını gördü. Henüz Türk eline, Dersaadet’e gelmemişti. Kimseyi tanımıyordu. Osmanlı tarihinin kendisini aldattığına zahip oldu. Fakat bu şahısların meclisteki sözlerini tekrar tekrar okudu. “Bunlar ya akılsız, ya imansız veyahut vatansız adamlardır.” Dedi. Acaba “hoca” unvanı hafız-ı İslamiyet mesleğini göstermiyor muydu? Bunlar imam ve molla iseler Türk ve İslamın gayrı unsurlarıyle aynı fikre nasıl hizmet ediyorlardı? Her memlekette olduğu gibi, Türkiye’de de Türk’ün, İslam’ın gayr-ı cezri muhaliflerin mevcudiyeti pek tabii, ve pek siyasi iken bunlar başlarında sarıkları, ellerinde tesbihleri, sırtlarında binişleriyle siyasi komedyalarda maskara olamaya nasıl tenezzül ediyorladı? Bunlar adalete susamış zevat ise büyük ve medeni hükümetlerin hangi birinde memleketin bekasına aid siyasi işlerde adaletin vücudunu hissetmişlerdi. Me’kumatlı ve kuvvetli bir vükela heyeti zalim olmaz. Muhalifler fazıl ve muktedir meb’us iseler Sadrıazama, nazırlara elbette ve elbette söz geçirebilirlerdi. Memleketi parçalayacak fıkralara giremeye vicdanları, imanları, irfanları mani olurdu.
Bu mahkemelerden sonra birden bağırdı:
– Ben bunları ıslah edeceğim!…
Turhan’ın bindiği Hidiviye vapuru, seher vakti Der saadet limanına girdi. Gümüşi
Sisten tüller altındaki mualla minareleriyle, muazzam kubbeleriyle İslamiyet’in payitahtı birden göründü. Tereddütler içinde bir hak hakikat gibi…
Ahır kapı fenerinin önünden gemi yavaşça ilerlerken, Turhan güvertede seyirtiyor. İşte Padişahımın sarayı, işte Sultanahmet, işte Süleymaniye diyordu. Ayasofya tarafına bakmak, onun namını anmak istemedi. Moskova’da tanıdığı bir kahpe karının da ismi “Sofya” idi. Onun adını “Hidayet Camii” koyuyor. Bu ismi beğenmiyor. “Muhammedi ye Camii” bu namı daha manalı buluyordu.
Rusya’da, Paris’te tanıdığı Türklerden Der saadet’i, Beyoğlu’nu, Boğaz’ı öğrenmişti. Türkler hakkında yazılan bildiği dillerde eski ve yeni kitapları okumuştu.
Rıhtıma çıktığı sırada, bu İslam payitahtının yerden bir avuç toğrağını aldı. Ahdetmişti. Öptü. Yüzüne, Gözüne sürdü. Gümrükten çıktı. Bir arabaya bineceği sırada rıhtımda boynu boyuna kahvelerdeki, meyhanelerdeki şapkalı palikaryaların gördü. Şaşaladı. Utanmasaydı: Yanlış olmasın, burası Der saadet midir? Burası merkez-i hilafet midir? Burası Türk Payitahttı mıdır? … Diye arabacıya soracaktı.” Sadet Oteli’ne çek” dedi. Oteli beğenmedi. İntizamsız, kirli idi. Azmetmişti. Beyoğlu’nda oturmayacaktı.
O gün Miraç Kandili’nin ertesiydi. Küçüklüğünden beri dini bir hürmetle icraatının hayranı olduğu Yavuz’un türbesini, bugün öğlende sonra, ziyaret etmek istedi. Abdest aldı. Mini mini En’am-ı Şerif’ini cebine koydu. Bir araba ile Sultan Selim Camii’ine gitti.Camii’in güzel ve yüksek avlusunu ötesine, berisine yıkılan toprak ve taş kümelerine, bu ihmale canı sıkıldı. Selim’i, Hülafa-yı Raşidin’den sonra, İslam’ın en büyük hadimi olan, o büyük Selim’in camii böyle bakımsız mı olmalıydı. Avlunun Kenar setlerine dayandı. Turhan’ın Haliç’e, Eyüb’e, Sarayburnu’na doğru süzülen nazarları dolaştı, döndü. Yavuz’un Türbesi eşiği önünde titredi ve yükseldi. Kahraman hünkâr ezeli tahtını bir Tuğrul mehabetiyle bu tepeye kurmuş, fikir gibi göklere yakın yatıyordu.
Ruhani bir cazibe Turhan’a türbeye çekti. Yüreği çarparak kapıyı itti. Kapalı idi. Türbedarı aradı. Bulamadı. Düşündü:
—Garip! Kandil günü, Miraç günü bu ziyaret edilmez mi? İslamları birleştirmek için perişan olmakla iftihar eden halife-i İslam’a hürmet bu mudur? Hadimü’l-Haremeyn’e hizmet bu mudur?…
Naçar pencereye başını dayadı. Tozlanmış camların arkasından secde eden ruhiyle merkadi tebcile başladı. Büyük, mehib, beyaz örtülü sandukanın etrafına sedef kakmalı bir parmaklık çevrilmişti. Sedefpareler dargın birer göz gibi pırıldıyordu. Bu sadelikte azamet vardı. Baş taraftaki uzun kavuğun üstüne burmalı bir sarık sarılmış ve ucu yan tarafa sarkıtılmış, destarın üstünden kavuğun al tepesi bir şu’le kızıllığında fırlatmıştı.
Baş ve ayakuçlarına tesadüf eden büyük iki pirinç şamdanın mumlarının üstüne geçirilen yaldızlı külahların üzerinden kayarak kubbeye asılı avizenin billurlarına aksedip ayrılan ikindi güneşi titreyen, dönen, uçan yine konan yeşil, sarı mor damla damla ışıklarıyla bu sayede, tekellüfsüz türbüye uhrevi bir feyiz, cenneti bir ihtişam veriyordu. Burası sade ve mağrur milletin, sade ve mağrur vicdanının timsali idi.
Turhan türbeye baktı. Feyze baktı. Nura baktı. Büyük Hakanın, büyük şairin:
Ateş kesilir geçse saba gülşenimizden
Mısraının ihtişamını bir kere daha anladı. Bu kahraman-ı İslam’ın:
Ey nur-i zatı lem’a-i ca’-ı muvahhidin!
Ey Mushaf-ı muhabbet-i canan-ı mü’minin!
Maksat, senin rıza-yı şerifindir. Ey Şefi!
Diğer tarika kılmadım it!abı müslümin!…
Eyle Selim-i bendede şefkat, şefaat et!
Ey şafi-i güruh-i günahkâr u müzribin.
Nat’t-ı şerifini hatırladı. Resülullah’a karşı bu mülukane ubudiyetin, bu azametli yalvarmanın huzurunda Turhan erimiş gitmişti. Türbenin, lacivert zemin üstüne kırmızı beyaz çiçekli halısına gözleriyle, ruhiyle yüz sürdü. En’am’ını çıkardı. Yavuz’un mübarek ruhuna bir Sure-i Feth tilavet etti. Sandukanın etrafındaki rahleler üstünde açık duran birkaç Kur’an-ı Kerim’i, o mübarek ruhun açılmış kanatları sandı. Ta’zim ile türbenin demir parmaklıklarını öperken, milletin sukutunu, ibtizalini düşündü. Kalben feryad etti: Selim, Selim!..
Çekip kılıcını yüksel mezar-ı pakindne
Nezare sal yine bu safiline bir nevbet!… Dedi ve çıktı.
Sultan Selim Camii’nde ikindi namazını kıldı. Kalbi mağrur, dimağı münevver olduğu halde otele avdet ettiği zaman “bu hasta adam varislerinin birer birer kakırdadıklarını görecek ve ondan sonra… yine yaşayacak…” dedi.
Turhan Der saadet’te ilk tatil gününü Halifenin Cuma alaylarını seyretmeye hasreyledi. Bu manzaradan, bu ihtişamdan gönlü gurur ve sürurla doldu.
Turhan, artık Türk Ocağı’nda dostlar perda etmeye; muallimlerle mübahaseye; ceride idarehanelerine girip çıkmaya; İslamlık, Türklük hakkındaki fikirlerine dair payitahtın ileri gelen âlimleri, memurları ile görüşmeye, çekişmeye başlamıştı.
Fikren kendisine muvafık olanlarla gayret göremiyordu. Gayretli olanlar da onun ateşini yakıcı ve muzır buluyorlar ve:”Daha vakt-i merhunu gelmedi!” diyorlardı!
O şimdi her şeye karşı köpürüyordu. Bankalarda, şirketlerde Fransızca mıameleye, zabitlerde Almanca tekerlemelere, bahriyelilerde İngiliz tavırlara, tekkelerde Farisi müracaatlara, mübedlerde Arapça dualara karşı isyan ediyordu.
Dikkat etti: Bu Türk payitahtında, ticaret aleminde, yalnız Türkçe Bilen Türk iş bulamıyor, aç kalıyor. Yalnız Fransızca bile bir ecnebi ise her zaman muvaffak oluyor ve müreffeh yaşıyor.
Turhan’ın dostlarından biri Türk, Düyun-ı Umumiye’de, girdiği bir müsabakayı emsalsiz bir muvaffakiyetle kazanmıştı. Herkes kendisini tebrik etmişti. Neticede yerine şapkalı alındı. Büyük memurlardan biri kendisine bu mahrubiyetin sırrını ifşa etti…
Avrupa’da tahsilini ikmal eden bir diğer refiki hükümetin resmi bankasına gitmek istemiş ve Rumca bilmediğinden reddedilmişti. Hâlbuki aynı bankada Türkçe konuşmayan pek çok memur ve memure vardı.
Turhan sokakta, duvarlarda ve cemakanlardaki, dükkanların üstlerindeki Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca hatta Rusça ilanlara, yaftalara, reklamlara bakar: “Yarabbi! BU memlekette bir zabıta, bir şehremaneti, bir matbuat nizamnamesi yok mu?” diye feryad ederdi. Çünkü Avrupa’nın hiçbir tarafında yerlilerin lisanından başka bir dil, bir yazı ile sokaklarda ilan , yafta görmemişti. Burası Babil Kulesi miydi?
Paris’te, Londra’da, New York’ta Dersaadet’ten pek çok ecnebi mevcut olduğu halde İngiltere’de, Amerika’da, İngilizceden gayrı sokaklarda bir yazı görülmezdi.
Erkesi kahvehanelerde “ena isketo”, lokantalarda “ona kutleta”, iskelelerde “ena pdi” çığlıkları biçare resmi lisan? …. Bu nasıl memleket?… Bu ne kayıtsız, duygusuz Millet? Dedi.
Genç tasavvurunun, tahammülünün fevkindeki bu hallere karşı daima isyan ederdi. Kalın bastonunu kavrar, koca fesini asardı. Polis müdürüne, matbuat müdürüne gider, baştan savulurdu. Ceridelere makaleler yazar, sansür çıkarırdı. Büyük makamlara layihalar takdim eder. “hıfz” işaretiyle evrak odalarına gönderilirdi. Bu suretle muvaffak olamayınca, yeni ve ateşli bir nesil yetiştirmek için evvela hususi bir mektebe fahri, sonra âli mekteplerden birine muvazzaf muallim oldu. Bir müddet geçti. Talebeyi dersten başka şeylerle işgal töhmetiyle tevbiha maruz kaldı. İstifaya mecbur oldu.
Nihayet son bir tecrübeye daha kalkıştı. Babasına, Rusya’daki emlakini satarak, muamelatını tasfiye eyleyerek elde edeceği külliyetli nakit ile Der saadet’e gelmesini yazdı. Bu sermaye ile asrı ve ulvi bir mektep açıp talebeye dini ve milli terbiye, siani ve ameli tahsil vererek teşebbüs ve kıyafet sahibi imanlı ve becerikli, yılmaz ve yorulmaz gençler yetiştirecek, aynı zamanda bir şirket teşkiliyle memleketini, millettaşlarını yuvarlamak üzere oldukları uçurumun derinliğinden haberdar eylemek için büyük bir ceride neşredecekti. Bu gazetenin idarehanesinden bir konferans, bir konser, bir de mütalaa salonu te’sis eylecekti.
Dilimizin, imlamızın sakatlığına, kusurlarına mektebiyle, ceridesiyle çareler bulacaktı. “Türkçede bir’ imla meselesi’ yoktur, yalnız harf meselesi vardır” derdi. Harflerimizin düzelip dilimizdeki bütün sedaları eda edecek Saitleri şekilleri bulunduktan sonra, imla cihetini, lisanını iyi bilen bir idadi sarf hocasının altı ayda ıslah eyleyeceğine kani idi. Yirmi ciltten mürekkep bir Mühitü’l-maarif neşretmek de en ateşli emeli idi. Bundan sonra, Türk ilinde Muhammedinin, musevinin, isevinin bir terbiyesi, bir tahsili, bir dili, bir şiiri, bir musikisi olacaktı.
Turhan iki seneden beri, Fazlı paşa’da tuttuğu kargir bir evi sedirler, divanlar, kavuklarla süslenmiş. Hereke, Bursa kumaşlarıyla döşemişti. Duvarlara İslam ve Türk hakanlarının ve ulularının resimlerini, ayetlerini, hadisleri ve Türk şairlerinin şiirlerini muhtevi levhaları asmış; Kütahya’nın çini avanisiyle odalarını tezyin eylemişti.
Yazı odasının kapısının üstüne:
“Ey iman edenler, sabır ediniz, düşmanlara metanet gösteriniz, birleşiniz ve Tanrı’dan korkunuz ki, felah bulasınız.”
Ve büyük kütüphanesinin balasına;  “Yaradanının adını anarak oku. Tanrı insanı alaka (kan pıhtısı) ve muhabbet katrasından yarattı. Oku! Pek kerim olan Rabbin insana bilmediğini kalemle bildirdi.” Ayetlerini, yazı masasının üstüne Sami’nin:
Bil! Geldiğini mülk-i vücuda ne içindir?
Sa’y et olasın padişah-i kişver-i irfan!
Beytini ve duvara:
“Benim ümmetim tek vücut gibidir.”
Ve:
“Mü’minler gerçek kardeştirler ve aralarındaki kardeşliği ıslah etmelidirler.”
Hadislerini ve diğer tarafta Rühi’nin:
Mar ise adüv, biz, yed’i Beyza-yi kelim’iz
Tufan ise, dünya gamı, biz keşti-i nuh’uz
Beytini havi levhalar ve sedirin arka tarafındaki duvara, üstüne talik yazı ile:
Vatan ne Türkiye’dir; Türklere, ne Türkistan;
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!….
Beyti işlenmiş bir hereke seccadesi ve yatak odasında karyolasının başucunda asılı ve yeşil ipekli atlasa sarılmış olan Mushaf-ı Şerif’in durduğu sedefli rafın karşısında:
Uyandır çesm-i canı hab-ı gafletten sihir-hız ol!
Çemen bülbülleriyle subh-den zikr eyle Mevla’yı!
Havi bir levha talik etmişti.
Salonun köşesindeki rafın üstünde kenarları müzehhep bir çerçeve içinde güzel bir rik’a ile merhum Namık Kemal’in Vaveyle’sı yazılmış duruyordu.
Bir mayıs gecesi… Turhan başını açmış, göğsünü açmış masasına dayanmış, önüne kitapları yığmış, defteri bir şeyler kaydediyordu. Kapı çalındı. Pek sevdiği refiki Selim paşazade Kamil Bey girdi.
—Neye bir haftadan beri Ocak’ta görünmedin? Son konferansından sonra seni herkes arıyor. Nerdesin?
—Rahatsızdım. Birçok da yazılarım vardı.
—Birçok da kederin…
—Daima!
—Zehra nikâh olmuş…
—Evet!
—Rahatsızlığının bir sebebi de budur. Benden saklama, Turhan sen Zehra’yı pek seviyordun! Hatta bu muhabbetine sen de şaşıyordun. Bana daima ondan bahsediyordun. Onu bütün hayatına, bütün fikirlerine iştirak ettireceğini söylüyordun.
—İştirak ettiremedim. felaket de bundan çıktı. Bu, hem benim felaketim, hem milletin talihsizliği… Bu memlekette ne kızlar, ne erkekler, şimdi ne dini ne milli terbiye görüyorlar; cahil, nümayişkar analar, görgüsüz, duygusuz babalar kendilerin göreneğe kaptırmışlar, an’neyi unutmuşlar, ciğerparelerini hissen dinen, ırken, menfaatten ayrı, yabancı ellere, muhitlere emanet ediyorlar. Kediye ciğer emanet edilir mi? İtalyan mektebinde okuyanlar İtalyan, İngiliz kolejinden tahsil edenler İngiliz, Fransız terbiyesi görenler Fransız oluyorlar… Her biri diğerine yabancı terbiye ve tahsile maruz olanlar birbirlerine yabancı hatta düşman vaziyeti alıyorlar… Zehra’nın tahsili de bir ecnebi mektebinde idi.
— Bunu evvelce tahmin edemedin mi?
—Hayır, çünkü konferanslarıma en muntazam devam ve en çok dikkat eden o idi. Bu hal beni aldattı. Zehra’nın aklına, irfanına itimat ettim. Terbiyenin zekâya galebe edeceğine ihtimal vermedim. Bu kızı fikrime ortak, emeline ortak olacak sandım. Aldandım. Çünkü onu seviyordum. Kamil kardeşim! Hep pek seviyordum.
Turhan bunları itiraf ederken ağlama başladı. Bu zaafından kendi de utandı. Kalktı. Odada gezinmeye başladı. Yaşlarını sildi. Bir sigara yaktı.
-Beis yok, Kamil! Beis yok. Ben onu fikrime, milletime feda ettim.
-Galiba o seni feda etti.
-Hayır, işte ona yazdığım mektup… onu ben reddettim. İzdivacımızdan sonra kazalarda, nahiyelerde beraberce konferanslar vermek için bir iki sene kadar Anadolu’da gezmek istediğimi söyledim. Evvela kabul etti. Sonra bu seyahatten evvel Avrupa’yı görmek istediğini itiraf eyledi. Kendisine kaybedecek vaktimiz olmadığınırdımaa, vatanın fedakâr, azimkar gençlere muhtaç olduğunu anlattım. Yalvardım, yakardım. “Sen bozmuşsun” dedi. Ertesi gün vaidlerimden, emellerimden hülyalarımızdan ona tekrar bahsettim. Tekrar yakardım. O gün Türk Ocağı’ndan birlikte çıktık. Fikrini tahriren bildireceği söyledi. Ve benden ayrılmak istedi. Nereye gideceğini sordum. Beyoğlu’na çıkıp beyaz patiska vesaire alacağını anlattı. Böyle şeyleri Tübentçi Muhiddin Efendiden almak mümkün iken Beyoğlu’na çıkmanın günah olduğunu söyledim. Bu haklı serzenişime karşı:
-Sen böyle küçük şeylerle uğraşma, uğraşa, uğraşa çıldıracaksın, Turhan!
Dedi. Hışımla yanımdan çekildi. Küçük şeyler… Fakat asırlardan beri böyle küçük şeyler bir araya toplana pek büyük bir şey oldu. Başımıza çöktü. Bizi ezdi. Değil mi, Kamil? O gece kendisine son mektubumu yazdım. Türklüğünün düşmanı olan bir kızdan nefret ettiğimi ve Zehra gibilerinin yaşamalarından, gebermeleri evla olduğunu yazdım.
-Fena etmişsin. İkna ve ıslah edebilirdin.
-Hayır, hayır! Bundan sonra artık herkese karşı isyan edeceğim. Bu yolda yükselmek, çalışmak isteyen herkese, arkadaşlarıma, amirlerime isyan edeceğim… Kürre-i arzı durduracağım! Güneşi söndüreceğim! Denizleri kurutacağım! Kubbeleri kalkan, minareleri süngü yapacağım! Kâinatı altüst edeceğim.
Gerçi düşvar nümayed, betü, asani-i ma
Bak!… Pencereden dışarı başını çıkar, şu evlerin yapılışlarındaki duygusuzluğa, milletsizliğe, biçimsizliğe bak! Benliksizliğe bak! Artık yetişir! Herkese benliğini öğreteceğim. Benlik olmayınca varlık olmaz. Millet sanatkar olacak, sanatında Türk damgasını, Türk usulünü, benliğini gösterecek!… Milet tezgahtar olacak, mamulatında Türk düşünüşünü, Türk benliğini satacak!… Millet zengin olacak, çalışmasında benliğini rehber edecek!… Dağlardan, yaylalardan, derelerden, denizlerden, sokaklardan, saraylardan, konaklardan, evden, kulübelerden, döşemelerden, halılardan, libaslardan, yüzlerde, bir Türk benliği, İslam benliği parlayacak. Bir İslam-Türk sanatı, medeniyeti taşacak, bir İslam-Türk ruhu, zihni görünecek. Anladın mı? Bunları hep ben yapacağım! Yahut bu duygusuz, gönülsüz, hasiyetsiz, muhabbetsiz, vatansız sürü arasında yaşayamayacağım. Öleceğim!…
Kara Memişoğlu Turhan köpürmüş, bağırırken elini göğsüne, alnına vuruyor. Kalkıyor, oturuyordu. Gözleri fırlamış, dudakları morarmıştı, elleri titriyordu, sedası titriyordu.
Kamil bey Turhan’ın bugünkü şiddetinin tabii olmadığına, biçarenin sinirlerinde, zihninde bir bozukluk bulunduğuna kail oldu. çekinerek refikine dedi ki:
—Turhan, bu bir gaye-i kemaldir: bu mertebeye kolay erilmez. Sanırım ki henüz hiçbir millet de ermemiştir.
—Hayır, Kamil, hayır! Fransızlar, İngilizler, Almanlar ermişlerdir. İtalyanlar, Japonlar, İspanyollar ermemişlerdir. Hatta Sırplar, Ulahlar, Bulgarlar ermişlerdir. Yalnız İslam memleketleri bu gayeye ermemişlerdir. Eflak şahit olsun!… Onlar da ereceklerdir.
Kamil arkadaşını bir parça gezdirmek, parka veya Beyoğlu’na kadar götürmek istedi. Turhan:
—Çıkmam, çıkarsam bütün erkeklerin, kadınların yüzlerine tükürürüm. Dedi.
Kamil odadan, yavaşça çıkarken:
-Zavallı genç, talihsiz memleket…. Diyordu.
Turhan mütemadiyen babasına, amucasına mektuplar yağdırıyor. Birinin ticareti, diğerinin hükümetini bırakarak İstanbul’a gelmelerini istiyor. Kendisiyle beraber ya Der saadet’te veya Türk ilinin bir köşesinde sinai ve ilmi mektep açmak, hususi bir encümen-i Daniş te’sis eyleyerek, emel edindiği cerideyi, lugatnameyi neşretmek ve zengin ailesine Türkiye’de fabrikalar açtırmak için çırpınıyordu. Mektuplar hükümetin ihmasıklaştıkça Turhan’ın velilerine karşı yazıları da şiddetleniyordu. Gencin ruhundaki galeyan mektuplarından anlaşıldığından babası ona hemen Rusya’ya avdetini yazıyor, amucası nasihatler veriyordu.
Turhan milletin uyuşukluğundan, hükümetin ihmalinden, dini ve milli terbiyeye itina edilmemesinden şikâyeti muhtevi pek şiddetli bir konfer. ans verdi. Ertesi gün, beş sivil polis gencin evini bastılar. Turhan serkeşlik etti. Bu sırada Boşnak bir polisten bir de tokat yedi. Kitaplarını, sandıklarını karıştırdılar, kâğıtlarını aldılar. Kendisini de bir hafta tevkif ettiler.
Bu darbe, bu ateşin ruhu bütün bütün alevlendirmişti.
Tevkifhaneden evine döndüğü vakit penceresini açtı.
Bahar ner tarafı renklere, kokulara bürümüştü. Pencereden başını çıkardı. Karşıki bahçede, erik, kiraz, elma ağaçlarını beyaz, pembe çiçeklerini açmış, serçeler cıvıldayarak uçuşuyorlardı. Birden feryat etti:
—Leylek gelmeyin, serçeler uçmayın, çiçekler açmayın! Burada bahar yoktur. Güneş sarı bir gölgedir. Yeşil otlar toprağın küfüdür. Sıcak rüzgâr Cehennemin nefesidir. Şu mavi Boğaz, bir çirkef ırmağıdır… Kelebekler çimen, çiçek arar. Burası çürüklüktür; kemik, kadid vardır. Fikir genişlik, yükseklik arar. Burası çamurdan bir izbeliktir. Çıyanlar, solucanlar barınır…
Kırlangıçlar! Hangi evin saçağına konsanız oradakilerin eninlerini işiteceksiniz! Hangi ocağın üstünde tüneseniz onu sönmüş bulacaksınız… Her tarafta kara hayaletler taklak atıyor. Her tarafta kara dişler sırıtıyor…! Her küfür, hep ihanet, hep yumruk…
Ya Rab! Ya Rab!… Yurdumu ahrette olsun bana düşmansız göster!…
Turhan, artık kimse ile görüşmüyor. Gündüzleri sokağa çıkmıyor. Yemiyor. Uyumuyor. Eriyor.
Sakalı uzamış, saçları yağlanmış, geceleri karanlıklarda tenha sokaklarda geziyor. En ziyade sevdiği, loş Yer altı Camii’ne gidiyor. Orada saatlerce mu’tekif düşünüyor. Kendi kendine söyleniyor. Duvarlarda gördüğü ecnebi lisanlarındaki ilanları sıyırıp yırtıyor, yere atıyor. Üstünde tepiniyor. Yolda bir yabancı diliyle konuşan erkek, kadın yurttaşlarına çatıyor, omuz vuruyor. Bir gün Bonmarşe’de, satıcı Rum ile Fransızca görüşen hanımın yüzüne tükürdü. Arkasındaki zenci dadıdan başına iki şemsiye darbesi yedi. Bir rezalet çıkacaktı. Fakat Turhan’ın yerine hanımlar korktular. Kaçtılar.
Genç, bu gece sabaha kadar sokaklarda hayalet gibi gezindi. Ortalık ağarırken kendisini Sultan Selim Camii’nin avlusunda buldu. Yüksekten, alaca karanlıklarda bir haydut gibi kuşkular, ürpermeler içinde uyuyan Fener’e, Beyoğlu’na baktı. Titredi… Türbenin dışında durdu, düşündü… Camiin etrafını dolaştı, inledi… Bir küçük kapıyı itti. Minarenin merdivenleri gözüktü. Ağır ağır çıktı. Son şerefeye gelmişti. Etrafı, karanlık derinlikleri dinledi. Yüksek ıraklarda birer ikişer yıldızlar söndükçe, kuytuluklarda horoz sesleri ağlıyordu! Boğaz’ı, Çamlıca’yı, Sarayburnu’nu, Kâğıthane sırtlarını, Eyüp serviliklerini süzdü, süzdü. Onları titremeden gözleriyle, ruhuyla veda etti. Şerefenin korkuluğunun üstüne çıktı. Bir kartal gibi göğsünü gerdi, kollarını açar açmaz boşluğa yuvarlandı. Civar halk sabah namazına geldikleri zaman şadırvanın önünde kafatası patlamış, kol ve bacakları kırılmış kan içinde bir ceset buldular. Hüviyeti anlaşılmak üzere ceplerini aradılar. Şöyle bir kağıt çıktı:
“Ey Yavuz! Milletimin selametine yalvaracaktım. Ayaklarına kapanmak için sana yükselmek istedim. Yarı yolda gözlerim karardı. Sendeledim ve düştüm. Allah günahımı affetsin!”
Hikayenin Özeti:
Bu öyküde Osmanlı’nın Ruslar ile yaptığı bir savaş sonrası esir düşen birde bu savaştan sonra talihi ile yükselen iki arkadaş anlatılıyor. Esir düşen arkadaş hastalığı nedeniyle vatanına dönemiyor, talih yüzüne gülüyor, ülkesine dönüp. Oğlu olunca adını Turhan koyuyor. Bu sırada ise diğer arkadaşı yine talihi ile veliaht oluyor. Turhan’ı iyi bir tacir olması için babası okutuyor, fakat bütün çabalarına rağmen Turhan idealleri doğrultusunda ilerleyip Yavuz Sultan Selim’i örnek alıyor. Bu sebeple Batı’ya ve Doğu’ya seyahatlerde bulunuyor. Ardından veliaht amcasının sözlerine uyarak İstanbul’a seyahat ediyor. İstanbul’da insanların yabancı özentileri, benliklerini kaybetmek üzere olduklarını görünce büyük bir hayal kırıklığına uğruyor. Vatanını bu kötü durumdan kurtarmayı hedef alan Turhan yine örnek aldığı Yavuz Sultan Selim’in izinde çalışmalara başlıyor. Fakat bir müddet sonra öfkesine ve çaresiz kalmasını kendisine yediremeyip çılgına dönmüşçesine davranmaya başlıyor. En sonunda çaresiz kalışına dayanamayarak Selimiye Camii’sinin minaresinden atlayarak intihar ediyor. Sabah namazı için gelen insanlar cesediyle karşılaşınca cebinde bir not buluyorlar. Notta ise şu sözler yer alıyor: “Ey Yavuz! Milletimin selametine yalvaracaktım. Ayaklarına kapanmak için sana yükselmek istedim. Yarı yolda gözlerim karardı. Sendeledim ve düştüm. Allah günahımı affetsin!”. Hikayede, anlatılmak istenen daha doğrusu bize öğüt edilen konu ise Türklüğümüze sahip çıkmamız ve de dinimizi korumamızdır. Bunun sebebi ise yabancı devletlerin üzerimizde ki oyunları ve çekememezliklerini görüp benliğimizi korumamızı ve de yenik düşmememizi istemesidir. Çünkü bir milleti millet yapan kendi iç unsurları yani dini, kültürü, dili ve bir yumruk olmasıdır.
Yazdır

Yazar hakkında

admin

Yorum yap