ZİYA OSMAN SABA ve SANATI
Ziya Osman Saba (1910-1957) Yedi Meşalecilerdendir (1920). Yaşar Nabi Nayır, Sabri Esat Siyavuşgil, Cevdet Kudret, Vasfi Mahir Kocatürk, Muammer Lütfi ve Kenan Hulusi Koray ile bir grup oluşturarak Yedi Meşale adlı bir kitap çıkarmıştır (1920). Daha sonra kitabın gördüğü ilgi üzerine Yusuf Ziya Ortaç onları aynı adla bir dergi çıkarmaya teşvik etmiş ve parasal destek sağlamıştır. Dergi ancak sekiz ay çıkabilmiştir. Meşale’nin kapanmasından sonra Miliyet’in edebiyat sayfası ile İçtihat dergisinde yazmaya başlayan Saba, Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık’ı çıkarmaya başlamasından sonra bu dergide yazmış, Ağaç (1936), Yücel (1938), Servet-i Fünun (1944) gibi dergilerde de görünmüştür.
Behçet Necatigil onun için şöyle der: “Şiirleri, yani ömrü boyunca ahireti, ölümü, Tanrı’yı gönlünde kutsal bir emanet gibi taşıdı. İlk şiirinden son şiirine kadar onda ya çok belli ya biraz gizli ve derinde, hep bu üç tema görülür.”
Abdülhak Şinasi Hisar, Ziya Osman’ı “bir çocukluk zamanı şairi” olarak niteler ve şunları ekler: “Mazi muhabbetinin bir saiki (sevk edeni) daha vardı ki o da kendisinin ta ilk gençliğinden beri ölülerine duyduğu yakınlık ve hatıralarına gösterdiği alakadır. Saba’nın ilk yazı ürünlerinin annesinin ölümü ve mezarına ilişkin metinler olduğu hatırlandığında daha sekiz yaşında iken tecrübe ettiği ölüm olgusunun ve duygusunun ruhsal yaşamında ne kadar derin bir yer kapladığı çıkarılabilir.
Bu yüzden Ziya Osman Saba’nın şiirinde önemli olan ölüm üzerine yapılan vurgu değil, ölüm karşısında gösterilen tevekkül, ölümün asıl gerçeklik olduğuna yapılan vurgudur. Dünya ve yaşam yabancılaşma alanıdır:
Bu garip dünyada ben yadırgadım yerimi…
Yıllardan sonra gir gün, görüp çektiklerimi,
Tanrım bir meleğine emredecek: ‘Yetişir!’
Gözlerimi o saat sessiz kapayacağım.
Beni bekleyedursun bir köşede yatağım;
Bütün yorgunluğumu alacak bir teneşir.
Ceyhun Atuf Kansu, Saba için şunları söyler: “Hiçbir ozan, ölümü kendisi için bu kadar yumuşatamamış, bu kadar güzelleştirememiştir. Ölüm düşüncesini soyar, soyut bir ümit şiiri haline getirir. Baştan beri taşıdığı o derin korkuyu bilgece yener. Ölüm karşısında sesi Yunus Emre’nin sesinden daha aydınlık, daha dokunaklı bir sestir. Ölüm duygusunu başka yollarla yenmek ister. Ziya Osman Saba için ölüm diye bir gerçek vardır, gerçeklerin en güzelidir o.”
Saba, Kansu’nun zikrettiği “Rabbim, Nihayet Sana” adlı şiirini şöyle bitirmektedir: “En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz / ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz.”
Bu tonu, bir iç rahatlığını yakalayabilmek için, belki de ölüme doğmuş olmak gerekir. Saba, ölümünden bu yüzden korkmamaktadır ve hayatta mutlu olmak mümkünse de bu yüzdendir.
Her Akşamki Yolunda adlı şiirinde dini ögeler ağırlıktadır:
Her akşamki yoluma koyulmuş gidiyorum.
Her akşamdan vücudum bu akşam daha yorgun.
Öyle istiyorum ki bu akşam biraz sükûn,
Bir cami eşiğine yatıversem diyorum
-Rabbim, şuracıkta sen bari gözlerimi yum!
Sen, bana en son kalan, ben senin en son kulun;
Bu akşam, artık seni anmayan Istanbul’un
Bomboş bir camiinde uyumak istiyorum.
Sonsuz sessizliğini dinlemek istiyorum.
Bilirim ki taşlığın bir döşek kadar ılık,
Sana az daha yakın yaşamak için artık,
Rabbim, ben yalnız zeytin ve ekmek istiyorum.
Bu şiirde Yahya Kemal’in Süleymaniye’de Bayram Sabahı, Kocamustafapaşa gibi şiirlerinde görülen dinin kurtarıcı özelliğine yaptığı vurguya gerçek bir katkı bulunmaktadır. Allah’a bu sığınışta, cami taşlığını etinde ve ruhunda bir sıcak döşeğe çevirişte, gerçek bir mümin duyarlığı vardır, gerçek yaşam öte dünyadadır. Buradan yakınmaktadır Saba başlangıçtan itibaren (1929).
Behçet Necatigil, şunları söyler: “Ziya Osman’ın şiiri Aşık Paşalardan, Yunuslardan gelen soyut tasavvuf şiirini, hayattan parçalar da ekleyerek biraz dünyalaştırıp sona mı erdi; Türk iman kültürünü işleyen son şairimiz miydi? Sanmıyorum. Ziya Osman’daki yaşamak bıkkınlığını isteksizliğini benimseyecek, ölümü bir kurtuluş olarak görmek temasını besleyecek şairler, tek tük de olsa her zaman bulunacaktır. Unuttuğumuz, geciktirdiğimiz, hep yarınlara attığımız ahiret-ölüm korkuları, Allah’a bel bağlayış, ölüm ötesinde sevgili ölmüşlerimizle tekrar buluşma ümidi; arada bir mesela gece yalnızlıklarında, kaybettiklerimizin hatıralarıyla dolarak aklımıza geldikçe açacağımız kitaplar Ziya Osman’ınkiler olmayacak mı? Maddeden usanıp manaya, âlem-i ervaha biz sanki hiç geçmeyecek miyiz; sanki bu hep böyle mi sürecek ömrümüz boyunca? Sanmıyorum.”
“Bir gün ver bana Tanrım / Ta çocukluğumdan kalmış” diyen Saba’da çocukluk merkezi bir yer tutmaktadır. Varlıklar, Saba’da geçmişe bitiştiklerinde bir anlam ve değer kazanmaktadır sanki. Zamanı anlamlı kılan bir bakıma çocukluk günlerinin anımsanmasıdır. Saba, yaşamı tümüyle olumsuzlamaz. Geçmiş, hep gizemli varlığıyla önünde açılmaktadır:
İşte konsol, ayna, köşe minderin,
Seccaden, tesbihin, namaz başörtün.
Bir şey değişmemiş, sanki daha dün.
Yine ortancalar altı camının,
Dışarda sükûnu yaz akşamının,
Bahçemiz sulanmış, ıslak her çiçek.
Kapı çalınacak, babam gelecek…
Abdülhak Şinasi Hisar, onun için şöyle der: “Şiirlerinin ekserisi birer his ve hatıra itirafları sayılabilir. Kendisi için çocukluk var olanın belirtisidir. O, her saniyesinde bir çocukluk mazisini duyar. Saba’nın şiirlerinin merkezi çocukluğunda babası ile, annesi ile beraber yaşadığı bir evdir. Şiirleri de böyle bir mahremiyetin hatıraları ile oluyor”. Örneğin Necatigil’in üstünde durduğu Bir Sokakta Giderken adlı şiirinde, çocukluk günlerine duyulan özlem açıkça görülmektedir:
Taşında otlar biten şu sokakta yürümek.
Bir bahçe duvarının kokulu gölgesinden.
Uzakta, mektepteyken okuduğumuz şarkı.
Su içmek o tasasız günlerin çeşmesinden.
Ev ve aile ortamı, Saba’nın şiirinin başka bir katmanını oluşturmaktadır. “Gözlerimin önünde hep aynı beyaz ev / Her dağ yamacına kurduğum” diyen Saba, bir ev, bir eş ve bir mahalle istemektedir:
Şu fakir mahallede bir göz evim olsaydı
Nasıl sevinç içinde çıkardım şu yokuşu
Arkadaşlık ederdi yolda ihtiyar komşu.
Nasıl hafif gelirdi eve taşıdıklarım
Kapıyı ben çalmadan açıverirdi karım
Her akşam tekrarlardım onun güzel adını.
Boynuma atılarak: “Baba!…” derdi çocuğum
Onu göğsüme basıp cevap verirdim: “Yavrum.”
Sokak, daha genel anlamda kamusal alan, ürkütmektedir. Sokaktaki insanlar birbirlerini yemek için boğuşan kişilerdir.
Necatigil, “Aşk şiirlerinde iffetten hiçbir zaman ayrılmamış olan Tevfik Fikret gibi Ziya Osman da çeşitli etmenlerle güçleşen hayattan yıldıkça muhtaç olduğu huzur ve sükunu evinin mahremiyetinde ve sıcaklığında ailenin kurtarıcılığını göstermekle, Ziya Osman, Cumhuriyet devri şiirimizde bir yol gösterici değeri taşır.”
Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’nin modernleşme, kentleşme sürecinin ilk yıllarına “sınıfların kesinkes birbirinden ayrılmadığı, çelişkilerin üstünün örtülü olduğu” bir döneme ait bir mutluluk düşüncesini dile getiren Selim İleri şunları yazar: “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’nin ben kişisi o gülümsemeyi bir türlü bulamayacaktır. Ziya Osman bunu, gülümseyemeyişi belli belirsiz de olsa şair duyarlığına, sanatçının hüzünden yana öz yapısına bağlar. İşin şaşırtıcı yanı, bugünkü hayatımıza bakarak söyleyelim, artık sahiden gülümseyemeyeceğimiz bir duruma geldiğimizde öyküde kendiliğinden saptanmıştır. Hayatta mutludur o günlerde, gelgelelim yazarı tedirgin edebi bir önsezi söz konusudur.”
Necatigil onun için: “Ziya Osman’ın sesi hiç çılgınlığa dönüşmedi, bir isyan ya da yergi olmadı. Teslimiyet, tevekkül, Tanrı’ya sığınış, Tanrı’dan merhamet ve rahmet bekleyişti bu ses.” der.
Eserleri:
Şiir:
Sebil ve Güvercinler (1943)
Geçen Zaman ( 1947)
Nefes Almak (1957)
Öykü:
Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi (1952)
Değişen İstanbul (1959)
ziya osman saba ve sanati indir.