Genel

Carablus Köprüsü-İsmail Habip Sevük

carablus koprusu

Carablus Köprüsü

CARABLUS KÖPRÜSÜ
— Fırat’ı Carablus’ta görmeli, Fırat’ı Carablus’ta görmeli.
Kulaklarımız, bu medihlerle dolu; gün bitmeden oraya yetişmek için şoförü sıkıştırıyoruz. İkindi vakti Carablus’a vardık. Kasabanın kendisi Fransızlarda, istasyonu bizdedir. Bizim istasyon, bir dizi yapılarla bir dilim mamurecik hâlinde bir köy, ötedeki köy de serpilip genişlemek isteyen bir kasaba hasbacığı, rayların berisinden bizim bayrak Fırat’ı uğurluyor. Rayların ötesinde de Fransız bayrağı Fırat’a “Hoş geldin.” derken nehir bu daha alışamadığı yabancı bayrağa biraz yadırgayarak bakmaktadır.
Meşhur demir köprünün yanındayız. Her biri yüzer metrelik sekiz gözden yapılmış, bizim Galata Köprüsü’nün bir buçuk mislinden daha fazla uzunlukta, her gözün iki tarafından yükselen yarım daire şeklindeki çelik kavislerle sekiz tane beton ayak üstüne gerilmiş heybetli bir demir kütlesi. Üstü açık kalmış bir tünel, yanları parmaklıkla işlenmiş bir yarma hâlinde düpdüz uzamaktadır. Ortadaki raylar sonlara doğru birbirine bitişmiş gibi görünüyor. Yalnız Fırat üstünden trenleri geçirtmek için değil aynı zamanda Alman hendesesini övündürmek için yapılmış bir abide.
Tesadüfen o sırada köprüye giren trene bakıyoruz. İstasyonda dururken upuzun görünen tren, köprüye girdikten sonra, ortalara doğru, iki tarafı kara ilmikli bir tezgâhın böğründeki demir bir mekik gibi bodurlaşakaldı.
Tren raylarından başka yanlarda yayalara ayrılmış ahşap döşemeli yoldan köprünün ortasına kadar yürüdük. Fırat’ı hakikaten buradan görmeliymiş. Sağıma bakıyorum dört beş yüz metre genişliğinde, koskocaman bir nehir; soluma bakıyorum gene o genişlikte koskoca bir nehir; ikisini birleştirip bütün suya bakıyorum: Artık bu nehir değil yassı bir Boğaziçi; etrafının tepeleri bastırılmış, yalnız şu burunda, yalnız şu koyun dönemecinde değil bütün gövdesi ve bütün sathıyla kendini akıntıya bırakan, girintisiz çıkıntısız, derli toplu, büküntüsü az, ufukları geniş yassı bir Boğaziçi.
Bir nehrideniz yarması olan o boğazı neye benzetmeli? İşin daha doğrusu şu ki Balkanların ötesindeki Tuna, çöllerin kapısındaki Carablus’a gelmiş. Tuna’yı bilen hangi Türk bunu gördü de onu hatırlamadı? Tuna illerinde yetişen Muallim Naci, Fırat’ı görünce:
Tunalaştın gözümde gittikçe! demişti. Ben Tuna’yı Fırat’tan beş altı yıl önce Bulgaristan seyahatinde tanıdım. Naci, Fırat’ı nerede gördü bilmem. Fakat Carablus Köprüsü’nden görünen Fırat, Tuna’ya benziyor değil, Tuna’nın aynıdır. Onun için Naci’nin sözünü bir adım daha ilerleterek ve o edaya bürünerek benim de:
Tuna oldun bütün bütün bence! diyeceğim geldi.
Her nehrin kemali zevalindedir, mademki her nehir son dolgunluğunu döküldüğü yerde gösterir. Hâlbuki Fırat’ın kemali en sonunda değil çünkü ona erinceye kadar uzun çöller içinde çok eriyecek, bu kemal yukarılarda da değil çünkü henüz bütün sularını toplayamadı; Fırat’ın kemali şu upuzun köprünün altındadır çünkü ona kısmet olan ne kadar su varsa burada tamamlanmış oluyor. Artık bundan böyle ona hem su akmayacak hem ondan su akacak. Burası yalnız demir yolunun nehri aştığı ve nehrin Türk topraklarını bıraktığı yer değil Fırat için artmanın sonuna ve eksilmenin başına varılan yer de burası.
Bu yer Fırat’ın ömrünü de ayrıca ikiye bölüyor. İki kolu da çok yükseklerden doğan nehir buralara kadar hep inerek gelmişti. İki üç bin metrelik inişi bin kilometrelik mesafeye yükleterek eritti. Kilometre başına iki metreyi aşan bir iniş. Hâlbuki bundan sonra önünde geldiği yerin iki misli yol 22 olduğu hâlde ancak yüz doksan metre inecek. Kilometre başına on santimetre zor düşüyor. Artık bu iniş değil süzülüş, akış değil yatıştır. Fırat’ın enerjisi burada bitti. Carablus Köprüsü deyip geçme, bu köprünün iki tarafından iki ayrı Fırat uzanıyor!
Birecik’te o kadar tasalı akan Fırat, burada neye coşkun bir neşe içinde alabildiğine açılıp serpilmiş? Bütün sularını Türk topraklarından alan nehir, sanki o topraklardan ayrılırken bütün güzelliğini teşhir ediyor. Nehrin bu cemilesine karşı bu topraklar da onu işte en bol bir cömertlikle süsledi. Demir köprünün öteki ucu gürbüz koruluklar içinde kayboluyor. Bütün kıyılar kabarık bir yeşillikle çerçeveli. Artık çıplak çöllere düşecek nehri son defa gene bizim topraklar giydirip kuşatmıştır. Suya bak, kendi başına güzel! Karaya bak, kendi başına güzel! İki güzelliğin şu kucaklaşmasına bak, bu on defa güzel!
Fakat biz köprünün üstünde daha fazla duramayacak hâle geldik. Galata Köprüsü’nden istediğin kadar Haliç’e bak, deniz derindir fakat yormaz! Büyük nehirlerde de vapurla istediğin kadar seyahat et, eğlenirsin o kadar! Lakin duran bir köprünün orta yerinden böyle büyük bir akarsuya fazla bakmak görenin hep dururken görülenin hep akışı, bu akışta göz adesesini yerinden oynatarak arkası sıra sürüklemek istiyormuşçasına büyülü bir çekicilik var. Gören göz görülenle gidiverecekmiş gibi oluyor.
Ya kulak? Deniz sakinse kulağa söylemez. Dalgalı zamanda da kıyıya çarpan ses, gürültü değil nağmedir. Her dalga ayrı ses verir. Sesin çeşidi kulağa eğlence. Hâlbuki burada koskoca nehrin köprü ayaklarına çarparak ve kendi girdaplarını birbirine çarptırarak çıkardığı dolgun, derin, sağır gürültü; kulak işitmiyor, zonkluyor.
Büyük nehirlerin eziciliği meğer asıl böyle belli oluyormuş. Hepimiz Fırat’a karşı yassılaşmış gibiydik. Köprünün bir orta minare yüksekliğinden bakan gözlerimiz kararmış, kendimizi akan nehre doğru kayıyor sanıyoruz. Nehrin uğultuları kulaklarımıza çarpa çarpa bir an geldi ki nehir içimize doluyor vehmine düştük. Niye o kadar güzelsin Fırat, sana bakmaya doyamadık ve niye o kadar heybetlisin, sana bakmaya dayanamadık işte!
İsmail Habib Sevük
Yazdır

Yazar hakkında

admin

Yorum yap